DONALD W. WINNICOTT ÇEVİREN: AYŞEGÜL SALGIN

Bu yazı “Çocuk Nevrozunun Sorunları” başlığı altında Psychoanalytic Study of the Child (cilt 9)’da yayımlanan bir tartışma nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu tartışma, Anna Freud’un çeşitli yazılarının bebek yaşamının çok erken dönemleriyle ve kişiliğin oluşumuyla ilgili olması ne¬deniyle günümüz psikanalitik kuramına önemli önermeler katmıştır.

Söylemek istediğim şey erken dönem anne-çocuk ilişkisi kavramını geliştirmektir, bu kavram başlangıçta çok üst derecede bir öneme sahip-tir ve ancak zamanla, bebeğin bağımsız bir varlık olmaya başlamasıyla ikinci plana düşer.

Öncelikle Anna Freud’un “Moda Olan Yanlış Kavramlar” (Current Misconceptions) başlığı altında söylediklerini desteklemem gerekiyor. “Hayal kırıklıkları ve engellenmeler anne-çocuk ilişkisinden ayrılamaz. Çocukluk nevrozunun nedenini annenin oral dönemdeki eksikliklerine bağlamak kolay ve yanıltıcı bir genellemeden başka bir şey değildir. Ana¬lız, nevrozun nedenini daha çok ve derinlemesine araştırmalıdır. ” Bu söz¬lerde Anna Freud, genel olarak psikanalistlerce benimsenen bir bakışı ifade etmektedir.

Buna karşın annenin durumunu göz önünde bulundurarak daha çok şey elde edebiliriz. Bebeğin her dönemde uygun doğal doyumlara, kaygı¬lara ve çalışmalara erişmesine olanak veren yeterince iyi (good enough) bir çevre olabileceği gibi, bebeğin gelişimini bozan ve yeterince iyi olma¬yan (not good enough) bir çevre de söz konusu olabilir.

Anna Freud genital öncesi örüntüyü (pregenital patterning) iki kişinin birlikte ulaşmak için bir araya geldiği “homeostatik denge” olarak ad¬landırılabilecek bir terim olarak ela düşünebileceğimizi hatırlatmıştır (Maliler,1954). Aynı noktaya “ortak yaşam ilişkisi” terimi için de gön¬derme yapılmıştır. Sıkça ifade edildiği gibi, anne bebeğinin gereksinimlerini karşılayacağı bu çok özel görev için kendini biyolojik olarak hazır duruma getirir. Daha sade bir dille söylenecek olursa anneyle bebek arasında bir özdeşleşme-görünürde bilinçli ama aynı zamanda derinle¬mesine bilinçdışı olarak da-vardır.

Bu farklı kavramların birleştirilmesini ve annenin biyolojik inceleme dışında da incelenmesi gerekliğini düşünüyorum. “Ortak yaşama” (symbiosis) terimi bizi anne bebek ilişkisini hayvan ve bitki yaşamındaki diğer örneklerle karşılaştırmaktan daha ileriye götürmez: fiziksel karşı¬lıklı bağlılık. Eğer ilişkiye hak etliği ilgiyle bakılırsa homeostatik denge sözünün de gözümüzün önünde ortaya çıkan bazı noktaları gölgede bı¬raktığı görülür. Biz bir taraftan annenin bebeğiyle özdeşleşmesi, diğer taraftan da be¬beğin” anneye olan bağımlılığı arasındaki çok büyük ruhsal farklılıklarla ilgileniyoruz; bu sonuncusu özdeşleşmeyi içermez, çünkü özdeşleşme bebekliğin erken evrelerine uygulanamayacak karmaşık bir durumdur.

Anna Freud bize, bebek için yaşamın oral içgüdüsel deneyimle başladığının düşünüldüğü, kuramın çok iyi gelişmemiş olduğu psikanalizin ilk evresinin çok ötesine geçtiğimizi göstermektedir. Biz şimdi, gelişim yelerince ilerlediyse, altbenlik (id) deneyimleriyle bozulmak yerine güç¬lenebilecek olan ilkel dönem gelişimi ve ilkel kendilik (şelf) dönemlerini araştırıyoruz. Anna Freud, Freud’a borçlu olduğumuz “anaklitik” terimini genişle-terek şöyle der: “Anneyle ilişki başka bir insanla ilk ilişki olmasına kar-şın, bebeğin çevreyle ilk ilişkisi değildir. Bundan önceki evre, nesne dünyasının değil, beden gereksinimlerinin ve onların doyum veya engel¬lenmelerinin belirleyici rol oynadığı daha ilkel bir evredir”

Sırası gelmişken, “arzu” (desire) kelimesi yerine “gereksinim” (need) kelimesinin kullanılmasının kuramımızın oluşturulmasında çok önemli olduğunu düşünüyorum, ancak Anna Freud’un burada “doyum” ve “engellenme” sözcüklerini kullanmamış olmasını isterdim. Bir gereksi-nim karşılanır veya karşılanmaz ama bu, altbenlik dürtüsünün doyumu ve engellenmesiyle aynı şey değildir.

Greenacre’a bir gönderme yaparak (1954) sözü ritmik hazların yatış-tırıcı (lulling) etkisi diye adlandırdığına getirebilirim. Burada karşılan-mış veya karşılanmamış bir gereksinim örneğini buluruz ancak, yatıştırıl¬mayan bebeğin bunu bir engellenme olarak yaşadığını söylemek çok doğru olmayacaktır. Aslında burada öfkeden çok ilkel dönemde bir tür gelişini bozulması vardır.

Herhalükarda, ilkel dönemden başlayarak annenin işlevleriyle ilgili olarak derinlemesine bir incelemenin eksik olduğunu düşünüyorum ve çeşidi ipuçlarını bir araya getirerek tartışmaya genel bir önermede bu-lunmayı umuyorum.

Annelik tasası

Benim tezim, erken evrede annede çok özel bir durumun olduğu ve bu ruhsal durumun birincil annelik tasası gibi bir ismi hak ettiğidir. Li-teratürümüzde veya belki hiçbir yerde annenin bu çok özel psikiyatrik durumuna yeterli önemin verildiğini görmüyorum.

Bu durum hakkında şunları söyleyeceğim:

-Bu durum, aşamalı olarak gelişir ve gebelik boyunca ve özellikle so-nunda artmış bir duyarlılık halini alır.

-Çocuğun doğumundan sonra birkaç hafta daha sürer.

-Bir kez geçirildikten sonra anneler taralından kolay kolay anımsanmamaktadır. Daha ileri giderek annelerin bu döneme ait anıları bastırma eğiliminde olduklarını bile söyleyebilirim. Bu organize durum (gebelik unsuru olmasaydı bir hastalık söz konu-su olacaktı) bir içe kapanma, dağılma veya kaçma hatta kişiliğin bazı hallerinin geçici olarak üstünlüğü ele aldığı şizoid bir epizod gibi daha ağır bir rahatsızlıkla bile karşılaştırılabilir. Bu durum için iyi bir isim bulmanın ve bunun, bebek yaşamının en erken dönemlerinden söz eden tüm kaynaklarda göz önünde tutulmasının gerekli olduğunu belirtmek is¬terim. Bebeğin yaşamının en başlarında annenin takındığı durumu anla¬manın, bu durumun annenin neredeyse bir hastalık olan bu aşırı duyar¬lılık durumuna yakalanmak ve ondan kurtulmak yeteneğine bağlı oldu¬ğunu kabul etmeden olası olduğuna inanmıyorum. (“Hastalık” sözünü özellikle kullanıyorum çünkü bir kadın önce bu duruma düşmek ve son¬ra bebek onu bu durumdan kurtardığında iyileşmek için yeterince iyi bir sağlığa sahip olmalıdır. Eğer bebek ölürse, annenin durumu birden¬bire bir hastalık olarak ortaya çıkar. Annenin karşılaştığı risk budur.)

Bence bunlar, “normal fedakâr anne “den (ordinary devoted mother) söz ettiğimde kullandığım “fedakâr” sözcüğünde bütünüyle var. (Winnicott, 1949). Şüphesiz ki başka yönleriyle iyi anneler olan, verimli ve zengin bir hayat sürdürebilen, ancak başlangıçta bebeğin ilk gereksinimleri¬ne duyarlılık ve incelikle uyum sağlamalarına olanak veren bu “normal hastalığa” yakalanmayan veya bunu bir çocukla başaran ancak bir diğe¬riyle başaramayan pek çok kadın vardır. Bu tip kadınlar, normal ve ge¬çici bir şekilde diğer ilgilerini dışarıda tutarak tüm ilgilerini bebeklerine yöneltmeyi başaramazlar. Bu kişilerin bazılarında “sağlığa kaçış”(flight to sanity) olduğu düşünülebilir. Kuşkusuz bazılarının kolayca vazgeçe¬meyecekleri veya bu vazgeçişe ilk bebekleri olana kadar izin veremeye¬cekleri çok önemli başka ilgileri vardır. Güçlü erkek özdeşleşmesine sa¬hip olan bir kadın için annelik işlevinin bu yönü başarılması en güç olandır, çünkü bastırılmış penis hasedi, birincil annelik tasasına fazla yer bırakmaz.

Sonuç olarak uygulamada, çocuk sahibi olmuş ancak erken dönemde ireni kaçırmış bu kadınlar eksikliği kapamak zorunluluğu ile karşı karşı-ya kalırlar. Önlerinde, büyüyen çocuklarının gereksinimlerine uyum sağ¬lamaları için gerekli uzun bir süreleri vardır ancak erken gelişim bozul¬malarını onarmayı başarabilecekleri kesin değildir. Erken ve geçici tasa¬sının olumlu etkilerini görmek yerine, çocuklarının bir terapiye olan ge¬reksinimleri ile karşılaşırlar, yani bu çocuğun gereksinimine uzamış bir uyum dönemi demektir ya da çocuğu şımartma anlamına gelecektir. An¬ne baba olmak yerine terapi yapmak durumunda kalırlar. Aynı olgu Kanner (1943), Loretta Bender (1947) ve “otistik bir ço-cuk” meydana getirmeye yatkın anne pini tanımlamaya çalışan diğerle¬ri kiralından da dile getirilmiştir (Creak, 1951; Mahler, 1954).

Burada annenin geçmiş yetersizliğini kapatmak uğraşı ile, mahrumi-yet yaşamış bir çocuğu toplum karşılı bir durumdan toplumsal bir öz-deşleşmeye getirmeye çalışan toplumsal çaba -ki bazen başarılıdır- ara-sında bir karşılaştırma yapmak olasıdır. Annenin (veya toplumun) bu ça¬bası doğal olmadığı için büyük bir yüktür. Bunun nedeni, burada ele al¬dığımız olgularda bu çabanın daha erken uygun bir döneme, bir birey olarak varolmaya başladığı döneme ait olmasıdır.

Eğer normal annenin bu özel durumunu ve bundan kurtuluşu tezini kabul edersek, bebeğin buna karşılık gelen durumunu daha yakından inceleyebiliriz.

Bebek; – Bir yapıya, – doğuştan gelişimsel eğilimlere (benlikte çatışmadan bağımsız bir alan), -hareket yeteneğine ve duyarlılığa, -değişen bölge baskınlığıyla gelişimsel eğilimlere de karışan içgüdülere sahiptir.

Birincil annelik tasası olarak adlandırdığım dönemi geliştiren anne, bebeğin yapısının kendini ortaya koyması, gelişimsel eğilimlerin açılma-ya başlaması ve bebeğin kendiliğinden hareketleri deneyimlemesi ve ya-şamın bu erken dönemine uygun olan duygulara sahip olabilmesi için bir çerçeve (setting) sağlar. Burada içgüdüsel yaşama gönderme yapıl¬masına gerek yoktur, çünkü burada tartıştığım, içgüdü örüntülerinin oluşturulmasından önceye rastlamaktadır. Ben bunu, eğer anne gereksi-nime yeterince iyi uyum sağlarsa bebeğin yaşam çizgisi dışarıdan gelen zorlayıcı müdahalelere karşı tepkilerden çok daha az etkilenir diyerek kendi dilimde tanımlamaya çalıştım (burada doğal olarak önemli olan söz konusu müdahalelere karşı tepkilerdir, yoksa müdahalelerin kendile-ri değil). Annenin yetersizliği müdahalelere tepki fazları üretir ve bu tep-kiler bebeğin “varoluş sürekliliği”nde (going on being) bir kesintiye ne-den olurlar. Bu aşırı tepkiler bir engellenme değil bir ortadan kaldırma tehdidi oluştururlar. Bana göre bu, tanımında ölüm sözcüğünü de içeren tüm kaygılardan önce var olan çok gerçek ilkel bir kaygıdır.

Diğer bir deyişle, benlik oluşumunun temelini müdahaleye tepkilerle bölünmemiş bir “varoluş sürekliliği duygusu” oluşturur. Varoluş sürekli-liği duygusunun başlangıçta yeterli olabilmesi için, annenin gebeliğinin sonuna yaklaştığında ve bebeğin doğumundan sonraki birkaç haftalık sürede var olduğunu düşündüğüm bu durumun olması gerekir.

Yalnızca tanımladığım şekilde duyarlılaşmış bir anne kendini bebeği-nin yerine koyabilir ve böylelikle bebeğin gereksinimlerini karşılayabilir. Bunlar başlangıçta beden gereksinimleridir ve fiziksel deneyimin imge-sel olarak değerlendirilmesi geliştikçe ortaya çıkan bir ruhsallıkla birlik¬te benlik gereksinimleri haline gelirler.

Böylelikle anne ve bebek arasında annenin sonradan kurtulduğu ve bebeğin buradan yola çıkarak annenin kişiliği düşüncesini oluşturduğu bir benlik-bağlılığı (ego-relatedness) doğar. Bu açıdan annenin bir engel-leme simgesi olarak değil de bir kişi olarak görülmesi elbette olumlu bir yoldur. Annenin bu en erken evreye uyum başarısızlığı bebeğin kendili-ğinin yok olmasından başka bir şey ortaya koymaz.

Bu dönemde annenin yaptığı iyi şeyler bebek tarafından hiçbir şekil-de kavranmaz. Bu benim tezime göre bir veridir. Annelik eksiklikleri an-nelik eksiklikleri olarak hissedilmezler, ancak kendiliğin kişisel varoluşu¬na tehdit şeklinde ortaya çıkarlar.

Bu düşüncelere göre, benliğin erken oluşumu sessizdir. İlk benlik or-ganizasyonu yok olmayla sonuçlanmayan tekrar geri dönüşü olan yok ol¬ma tehditlerinin deneyimlerinden oluşur. Bu tür deneyimlerin sonucun¬da iyileşmeye olan güven benliğin oluşumuna ve engellenmeye karşı koyabilen benliğin oluşumuna yol açar.

Umarım bu tez- bebeğin annesini engellenme yaratan bir anne olarak tanıdığı şeklindeki kuramımıza bir katkıda bulunur. Bu, daha sonrasında doğru olabilir ancak çok erken dönemde değil. Başlangıçta anne başarı-sız olarak algılanmamıştır. Aslında anneye mutlak bağımlılığın tanınması veya onun birincil annelik tasasının (ya da nasıl adlandırırsak adlandıra-lım) tanınması bir uç özümleme, gerektirir ki bu her zaman yetişkinler ta-ralından bile erişilmeyen bir evredir. Genellikle başlangıçtaki mutlak ba-ğımlılık tanınmaz, buna neden olan kadın korkusudur, buna erkekler kadar kadınlarda da rastlanır (Winnicott, 1950,1957a). Şimdi bebeğin bakımı için en uygun kişinin neden bebeğin annesi ol-duğunu düşündüğümüzü söyleyebiliriz; çünkü o, birincil annelik tasası dönemi denilen bu özel evreye hasta olmadan erişebilen kişidir. Ancak, birincil annelik tasası anlamında hasla olabilecek bir evlat edinmiş bir kadın veya herhangi bir kadın da, bebekle özdeşleşme yeterliliğine sa-hipse yelerince iyi uyum sağlayabilecek bir durumda olabilir.

Bu teze göre en erken evrede yeterince iyi bir çevresel koşul, bebe¬ğin varolmaya başlamasına, deneyim kazanmasına, kişisel bir benlik oluşturmasına, içgüdülerine hakim olabilmesine ve yaşamdaki tüm güç-lüklerle karşılaşmasına olanak verir. Tüm bunlar sonuçta kendiliğindenliği feda etmeyi ve halta ölmeyi göze alabilen bir kendiliğe sahip olmaya başlayan bebeğe bir gerçeklik duygusu vermektedir.

Diğer taraftan başlangıçta yeterince iyi çevresel koşul olmazsa ölmeyi bile göze alabilen bu kendilik hiçbir zaman gelişemez. Gerçeklik duygu-su yoktur ve eğer çok büyük bir karmaşa (chaos) yoksa sonuçta ulaşılan duygu bir boşunalıktır (futility). Doyumları bir kenara bırakın, yaşamın kaçınılmaz güçlüklerine bile karşı konamaz. Eğer karmaşa yoksa orada gerçek kendiliği saklayan, gereksinimlere razı olan, uyarıya tepki veren, kendisini içgüdüsel deneyimlerden onlara sahip olarak kurtaran bir sah¬te kendilik (false self) ortaya çıkar, ama bu yalnızca zaman geçirmektir.

Bu teze göre, çevre daha ilk andan başlayarak uygun olduğunda ya-pısal unsurların ortaya çıkması daha kolaydır. Tersine bu ilk evrede bir eksiklik olduğunda bebek, yok olma tehdidinden ve yetersiz kalmış yapı¬sal unsurlardan kaynaklanan (fizik belirtiler olmadıkça) ilkel savunma düzenekleri (false self vb.) içinde sıkışıp kalmıştır.

Burada bebeğin annenin hastalıksal örüntülerini içe-alma konusu¬nu bir yana bırakalım, gerçi bu konu mutlak bağımlılığın ilk evresinden sonraki dönemlerde çevresel unsurlarla karşılaştırıldığında çok önemlidir.

Bebeğin erken gelişimi yeniden tasarlandığında, benlik gelişimi bakış açısı dışında, içgüdülerden söz etme gereği yoktur. Burada bir ayırım çizgisi var:

-Benlik olgunluğu durumunda, içgüdüsel deneyimler benliği güçlen-dirir. -Benliğin olgun olmadığı durumda, içgüdüsel deneyimler benliği parçalar.

Benlik burada deneyimlerin toplamını temsil eder. Bireyin kendiliği deneyim toplamından ortaya çıkmaya başlar: içten gelen hareketlilik, duyum, eylemden dinlenmeye dönüş ve yokoluşlardan iyileşmeyi bekle¬me kapasitesinin derece derece oluşumu – bunlar çevrenin tacizlerine tepki olarak ortaya çıkan yokoluşlardır. Bu yüzden bireyin iyi bir başlan¬gıç yapabilmek için burada “birincil annelik tasası” olarak adlandırdı¬ğım özelleştirilmiş bir çevreye gereksinimi vardır.

* Winnicot D.W., “Primary Maternal Preoccupation”, Collected Papers: Through Paediatrics to Psychoanalysis, Tavistock Publications, London 1956.

DONALD W. WINNICOTT
ÇEVİREN: AYŞEGÜL SALGIN

Bu yazı “Çocuk Nevrozunun Sorunları” başlığı altında Psychoanalytic Study of the Child (cilt 9)’da yayımlanan bir tartışma nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu tartışma, Anna Freud’un çeşitli yazılarının bebek yaşamının çok erken dönemleriyle ve kişiliğin oluşumuyla ilgili olması ne¬deniyle günümüz psikanalitik kuramına önemli önermeler katmıştır.

Söylemek istediğim şey erken dönem anne-çocuk ilişkisi kavramını geliştirmektir, bu kavram başlangıçta çok üst derecede bir öneme sahip-tir ve ancak zamanla, bebeğin bağımsız bir varlık olmaya başlamasıyla ikinci plana düşer.

Öncelikle Anna Freud’un “Moda Olan Yanlış Kavramlar” (Current Misconceptions) başlığı altında söylediklerini desteklemem gerekiyor. “Hayal kırıklıkları ve engellenmeler anne-çocuk ilişkisinden ayrılamaz. Çocukluk nevrozunun nedenini annenin oral dönemdeki eksikliklerine bağlamak kolay ve yanıltıcı bir genellemeden başka bir şey değildir. Ana¬lız, nevrozun nedenini daha çok ve derinlemesine araştırmalıdır. ” Bu söz¬lerde Anna Freud, genel olarak psikanalistlerce benimsenen bir bakışı ifade etmektedir.

Buna karşın annenin durumunu göz önünde bulundurarak daha çok şey elde edebiliriz. Bebeğin her dönemde uygun doğal doyumlara, kaygı¬lara ve çalışmalara erişmesine olanak veren yeterince iyi (good enough) bir çevre olabileceği gibi, bebeğin gelişimini bozan ve yeterince iyi olma¬yan (not good enough) bir çevre de söz konusu olabilir.

Anna Freud genital öncesi örüntüyü (pregenital patterning) iki kişinin birlikte ulaşmak için bir araya geldiği “homeostatik denge” olarak ad¬landırılabilecek bir terim olarak ela düşünebileceğimizi hatırlatmıştır (Maliler,1954). Aynı noktaya “ortak yaşam ilişkisi” terimi için de gön¬derme yapılmıştır. Sıkça ifade edildiği gibi, anne bebeğinin gereksinimlerini karşılayacağı bu çok özel görev için kendini biyolojik olarak hazır duruma getirir. Daha sade bir dille söylenecek olursa anneyle bebek arasında bir özdeşleşme-görünürde bilinçli ama aynı zamanda derinle¬mesine bilinçdışı olarak da-vardır.

Bu farklı kavramların birleştirilmesini ve annenin biyolojik inceleme dışında da incelenmesi gerekliğini düşünüyorum. “Ortak yaşama” (symbiosis) terimi bizi anne bebek ilişkisini hayvan ve bitki yaşamındaki diğer örneklerle karşılaştırmaktan daha ileriye götürmez: fiziksel karşı¬lıklı bağlılık. Eğer ilişkiye hak etliği ilgiyle bakılırsa homeostatik denge sözünün de gözümüzün önünde ortaya çıkan bazı noktaları gölgede bı¬raktığı görülür. Biz bir taraftan annenin bebeğiyle özdeşleşmesi, diğer taraftan da be¬beğin” anneye olan bağımlılığı arasındaki çok büyük ruhsal farklılıklarla ilgileniyoruz; bu sonuncusu özdeşleşmeyi içermez, çünkü özdeşleşme bebekliğin erken evrelerine uygulanamayacak karmaşık bir durumdur.

Anna Freud bize, bebek için yaşamın oral içgüdüsel deneyimle başladığının düşünüldüğü, kuramın çok iyi gelişmemiş olduğu psikanalizin ilk evresinin çok ötesine geçtiğimizi göstermektedir. Biz şimdi, gelişim yelerince ilerlediyse, altbenlik (id) deneyimleriyle bozulmak yerine güç¬lenebilecek olan ilkel dönem gelişimi ve ilkel kendilik (şelf) dönemlerini araştırıyoruz.
Anna Freud, Freud’a borçlu olduğumuz “anaklitik” terimini genişle-terek şöyle der: “Anneyle ilişki başka bir insanla ilk ilişki olmasına kar-şın, bebeğin çevreyle ilk ilişkisi değildir. Bundan önceki evre, nesne dünyasının değil, beden gereksinimlerinin ve onların doyum veya engel¬lenmelerinin belirleyici rol oynadığı daha ilkel bir evredir”

Sırası gelmişken, “arzu” (desire) kelimesi yerine “gereksinim” (need) kelimesinin kullanılmasının kuramımızın oluşturulmasında çok önemli olduğunu düşünüyorum, ancak Anna Freud’un burada “doyum” ve “engellenme” sözcüklerini kullanmamış olmasını isterdim. Bir gereksi-nim karşılanır veya karşılanmaz ama bu, altbenlik dürtüsünün doyumu ve engellenmesiyle aynı şey değildir.

Greenacre’a bir gönderme yaparak (1954) sözü ritmik hazların yatış-tırıcı (lulling) etkisi diye adlandırdığına getirebilirim. Burada karşılan-mış veya karşılanmamış bir gereksinim örneğini buluruz ancak, yatıştırıl¬mayan bebeğin bunu bir engellenme olarak yaşadığını söylemek çok
doğru olmayacaktır. Aslında burada öfkeden çok ilkel dönemde bir tür gelişini bozulması vardır.

Herhalükarda, ilkel dönemden başlayarak annenin işlevleriyle ilgili olarak derinlemesine bir incelemenin eksik olduğunu düşünüyorum ve çeşidi ipuçlarını bir araya getirerek tartışmaya genel bir önermede bu-lunmayı umuyorum.

Annelik tasası

Benim tezim, erken evrede annede çok özel bir durumun olduğu ve bu ruhsal durumun birincil annelik tasası gibi bir ismi hak ettiğidir. Li-teratürümüzde veya belki hiçbir yerde annenin bu çok özel psikiyatrik durumuna yeterli önemin verildiğini görmüyorum.

Bu durum hakkında şunları söyleyeceğim:

-Bu durum, aşamalı olarak gelişir ve gebelik boyunca ve özellikle so-nunda artmış bir duyarlılık halini alır.

-Çocuğun doğumundan sonra birkaç hafta daha sürer.

-Bir kez geçirildikten sonra anneler taralından kolay kolay anımsanmamaktadır. Daha ileri giderek annelerin bu döneme ait anıları bastırma eğiliminde olduklarını bile söyleyebilirim.
Bu organize durum (gebelik unsuru olmasaydı bir hastalık söz konu-su olacaktı) bir içe kapanma, dağılma veya kaçma hatta kişiliğin bazı hallerinin geçici olarak üstünlüğü ele aldığı şizoid bir epizod gibi daha ağır bir rahatsızlıkla bile karşılaştırılabilir. Bu durum için iyi bir isim bulmanın ve bunun, bebek yaşamının en erken dönemlerinden söz eden tüm kaynaklarda göz önünde tutulmasının gerekli olduğunu belirtmek is¬terim. Bebeğin yaşamının en başlarında annenin takındığı durumu anla¬manın, bu durumun annenin neredeyse bir hastalık olan bu aşırı duyar¬lılık durumuna yakalanmak ve ondan kurtulmak yeteneğine bağlı oldu¬ğunu kabul etmeden olası olduğuna inanmıyorum. (“Hastalık” sözünü özellikle kullanıyorum çünkü bir kadın önce bu duruma düşmek ve son¬ra bebek onu bu durumdan kurtardığında iyileşmek için yeterince iyi bir sağlığa sahip olmalıdır. Eğer bebek ölürse, annenin durumu birden¬bire bir hastalık olarak ortaya çıkar. Annenin karşılaştığı risk budur.)

Bence bunlar, “normal fedakâr anne “den (ordinary devoted mother) söz ettiğimde kullandığım “fedakâr” sözcüğünde bütünüyle var. (Winnicott, 1949). Şüphesiz ki başka yönleriyle iyi anneler olan, verimli ve zengin bir hayat sürdürebilen, ancak başlangıçta bebeğin ilk gereksinimleri¬ne duyarlılık ve incelikle uyum sağlamalarına olanak veren bu “normal hastalığa” yakalanmayan veya bunu bir çocukla başaran ancak bir diğe¬riyle başaramayan pek çok kadın vardır. Bu tip kadınlar, normal ve ge¬çici bir şekilde diğer ilgilerini dışarıda tutarak tüm ilgilerini bebeklerine yöneltmeyi başaramazlar. Bu kişilerin bazılarında “sağlığa kaçış”(flight to sanity) olduğu düşünülebilir. Kuşkusuz bazılarının kolayca vazgeçe¬meyecekleri veya bu vazgeçişe ilk bebekleri olana kadar izin veremeye¬cekleri çok önemli başka ilgileri vardır. Güçlü erkek özdeşleşmesine sa¬hip olan bir kadın için annelik işlevinin bu yönü başarılması en güç olandır, çünkü bastırılmış penis hasedi, birincil annelik tasasına fazla yer bırakmaz.

Sonuç olarak uygulamada, çocuk sahibi olmuş ancak erken dönemde ireni kaçırmış bu kadınlar eksikliği kapamak zorunluluğu ile karşı karşı-ya kalırlar. Önlerinde, büyüyen çocuklarının gereksinimlerine uyum sağ¬lamaları için gerekli uzun bir süreleri vardır ancak erken gelişim bozul¬malarını onarmayı başarabilecekleri kesin değildir. Erken ve geçici tasa¬sının olumlu etkilerini görmek yerine, çocuklarının bir terapiye olan ge¬reksinimleri ile karşılaşırlar, yani bu çocuğun gereksinimine uzamış bir uyum dönemi demektir ya da çocuğu şımartma anlamına gelecektir. An¬ne baba olmak yerine terapi yapmak durumunda kalırlar.
Aynı olgu Kanner (1943), Loretta Bender (1947) ve “otistik bir ço-cuk” meydana getirmeye yatkın anne pini tanımlamaya çalışan diğerle¬ri kiralından da dile getirilmiştir (Creak, 1951; Mahler, 1954).

Burada annenin geçmiş yetersizliğini kapatmak uğraşı ile, mahrumi-yet yaşamış bir çocuğu toplum karşılı bir durumdan toplumsal bir öz-deşleşmeye getirmeye çalışan toplumsal çaba -ki bazen başarılıdır- ara-sında bir karşılaştırma yapmak olasıdır. Annenin (veya toplumun) bu ça¬bası doğal olmadığı için büyük bir yüktür. Bunun nedeni, burada ele al¬dığımız olgularda bu çabanın daha erken uygun bir döneme, bir birey olarak varolmaya başladığı döneme ait olmasıdır.

Eğer normal annenin bu özel durumunu ve bundan kurtuluşu tezini kabul edersek, bebeğin buna karşılık gelen durumunu daha yakından inceleyebiliriz.

Bebek;
– Bir yapıya, 
– doğuştan gelişimsel eğilimlere (benlikte çatışmadan bağımsız bir
alan),
-hareket yeteneğine ve duyarlılığa,
-değişen bölge baskınlığıyla gelişimsel eğilimlere de karışan içgüdülere sahiptir.

Birincil annelik tasası olarak adlandırdığım dönemi geliştiren anne, bebeğin yapısının kendini ortaya koyması, gelişimsel eğilimlerin açılma-ya başlaması ve bebeğin kendiliğinden hareketleri deneyimlemesi ve ya-şamın bu erken dönemine uygun olan duygulara sahip olabilmesi için bir çerçeve (setting) sağlar. Burada içgüdüsel yaşama gönderme yapıl¬masına gerek yoktur, çünkü burada tartıştığım, içgüdü örüntülerinin oluşturulmasından önceye rastlamaktadır. Ben bunu, eğer anne gereksi-nime yeterince iyi uyum sağlarsa bebeğin yaşam çizgisi dışarıdan gelen zorlayıcı müdahalelere karşı tepkilerden çok daha az etkilenir diyerek kendi dilimde tanımlamaya çalıştım (burada doğal olarak önemli olan söz konusu müdahalelere karşı tepkilerdir, yoksa müdahalelerin kendile-ri değil). Annenin yetersizliği müdahalelere tepki fazları üretir ve bu tep-kiler bebeğin “varoluş sürekliliği”nde (going on being) bir kesintiye ne-den olurlar. Bu aşırı tepkiler bir engellenme değil bir ortadan kaldırma tehdidi oluştururlar. Bana göre bu, tanımında ölüm sözcüğünü de içeren tüm kaygılardan önce var olan çok gerçek ilkel bir kaygıdır.

Diğer bir deyişle, benlik oluşumunun temelini müdahaleye tepkilerle bölünmemiş bir “varoluş sürekliliği duygusu” oluşturur. Varoluş sürekli-liği duygusunun başlangıçta yeterli olabilmesi için, annenin gebeliğinin sonuna yaklaştığında ve bebeğin doğumundan sonraki birkaç haftalık sürede var olduğunu düşündüğüm bu durumun olması gerekir.

Yalnızca tanımladığım şekilde duyarlılaşmış bir anne kendini bebeği-nin yerine koyabilir ve böylelikle bebeğin gereksinimlerini karşılayabilir. Bunlar başlangıçta beden gereksinimleridir ve fiziksel deneyimin imge-sel olarak değerlendirilmesi geliştikçe ortaya çıkan bir ruhsallıkla birlik¬te benlik gereksinimleri haline gelirler.

Böylelikle anne ve bebek arasında annenin sonradan kurtulduğu ve bebeğin buradan yola çıkarak annenin kişiliği düşüncesini oluşturduğu bir benlik-bağlılığı (ego-relatedness) doğar. Bu açıdan annenin bir engel-leme simgesi olarak değil de bir kişi olarak görülmesi elbette olumlu bir yoldur. Annenin bu en erken evreye uyum başarısızlığı bebeğin kendili-ğinin yok olmasından başka bir şey ortaya koymaz.

Bu dönemde annenin yaptığı iyi şeyler bebek tarafından hiçbir şekil-de kavranmaz. Bu benim tezime göre bir veridir. Annelik eksiklikleri an-nelik eksiklikleri olarak hissedilmezler, ancak kendiliğin kişisel varoluşu¬na tehdit şeklinde ortaya çıkarlar.

Bu düşüncelere göre, benliğin erken oluşumu sessizdir. İlk benlik or-ganizasyonu yok olmayla sonuçlanmayan tekrar geri dönüşü olan yok ol¬ma tehditlerinin deneyimlerinden oluşur. Bu tür deneyimlerin sonucun¬da iyileşmeye olan güven benliğin oluşumuna ve engellenmeye karşı koyabilen benliğin oluşumuna yol açar.

Umarım bu tez- bebeğin annesini engellenme yaratan bir anne olarak tanıdığı şeklindeki kuramımıza bir katkıda bulunur. Bu, daha sonrasında doğru olabilir ancak çok erken dönemde değil. Başlangıçta anne başarı-sız olarak algılanmamıştır. Aslında anneye mutlak bağımlılığın tanınması veya onun birincil annelik tasasının (ya da nasıl adlandırırsak adlandıra-lım) tanınması bir uç özümleme, gerektirir ki bu her zaman yetişkinler ta-ralından bile erişilmeyen bir evredir. Genellikle başlangıçtaki mutlak ba-ğımlılık tanınmaz, buna neden olan kadın korkusudur, buna erkekler kadar kadınlarda da rastlanır (Winnicott, 1950,1957a).
Şimdi bebeğin bakımı için en uygun kişinin neden bebeğin annesi ol-duğunu düşündüğümüzü söyleyebiliriz; çünkü o, birincil annelik tasası dönemi denilen bu özel evreye hasta olmadan erişebilen kişidir. Ancak, birincil annelik tasası anlamında hasla olabilecek bir evlat edinmiş bir kadın veya herhangi bir kadın da, bebekle özdeşleşme yeterliliğine sa-hipse yelerince iyi uyum sağlayabilecek bir durumda olabilir.

Bu teze göre en erken evrede yeterince iyi bir çevresel koşul, bebe¬ğin varolmaya başlamasına, deneyim kazanmasına, kişisel bir benlik oluşturmasına, içgüdülerine hakim olabilmesine ve yaşamdaki tüm güç-lüklerle karşılaşmasına olanak verir. Tüm bunlar sonuçta kendiliğindenliği feda etmeyi ve halta ölmeyi göze alabilen bir kendiliğe sahip olmaya başlayan bebeğe bir gerçeklik duygusu vermektedir.

Diğer taraftan başlangıçta yeterince iyi çevresel koşul olmazsa ölmeyi bile göze alabilen bu kendilik hiçbir zaman gelişemez. Gerçeklik duygu-su yoktur ve eğer çok büyük bir karmaşa (chaos) yoksa sonuçta ulaşılan duygu bir boşunalıktır (futility). Doyumları bir kenara bırakın, yaşamın kaçınılmaz güçlüklerine bile karşı konamaz. Eğer karmaşa yoksa orada gerçek kendiliği saklayan, gereksinimlere razı olan, uyarıya tepki veren, kendisini içgüdüsel deneyimlerden onlara sahip olarak kurtaran bir sah¬te kendilik (false self) ortaya çıkar, ama bu yalnızca zaman geçirmektir.

Bu teze göre, çevre daha ilk andan başlayarak uygun olduğunda ya-pısal unsurların ortaya çıkması daha kolaydır. Tersine bu ilk evrede bir eksiklik olduğunda bebek, yok olma tehdidinden ve yetersiz kalmış yapı¬sal unsurlardan kaynaklanan (fizik belirtiler olmadıkça) ilkel savunma düzenekleri (false self vb.) içinde sıkışıp kalmıştır.

Burada bebeğin annenin hastalıksal örüntülerini içe-alma konusu¬nu bir yana bırakalım, gerçi bu konu mutlak bağımlılığın ilk evresinden sonraki dönemlerde çevresel unsurlarla karşılaştırıldığında çok önemlidir.

Bebeğin erken gelişimi yeniden tasarlandığında, benlik gelişimi bakış açısı dışında, içgüdülerden söz etme gereği yoktur. Burada bir ayırım çizgisi var:

-Benlik olgunluğu durumunda, içgüdüsel deneyimler benliği güçlen-dirir.
-Benliğin olgun olmadığı durumda, içgüdüsel deneyimler benliği parçalar.

Benlik burada deneyimlerin toplamını temsil eder. Bireyin kendiliği deneyim toplamından ortaya çıkmaya başlar: içten gelen hareketlilik, duyum, eylemden dinlenmeye dönüş ve yokoluşlardan iyileşmeyi bekle¬me kapasitesinin derece derece oluşumu – bunlar çevrenin tacizlerine tepki olarak ortaya çıkan yokoluşlardır. Bu yüzden bireyin iyi bir başlan¬gıç yapabilmek için burada “birincil annelik tasası” olarak adlandırdı¬ğım özelleştirilmiş bir çevreye gereksinimi vardır.

* Winnicot D.W., “Primary Maternal Preoccupation”, Collected Papers: Through Paediatrics to Psychoanalysis, Tavistock Publications, London 1956.