Alain Vanier Fransızca aslından çeviren: Neslihan Zabcı

Lacan, psikoz üzerindeki düşüncelerini psikozlar üzerine olan seminerden başlayarak, 1958 tarihli makalesinde yeniden ele almış ve Joyce üzerine olan çalışmalarına dek uzanan bir yolda geliştirmiştir. Psikozun tedavisi perspektifinden yola çıkarken semptom kavramı üzerinde özellikle durmuştur. Bu yolun başlıca aşamaları hakkında kısa bir hatırlatma yaptıktan sonra, bir tedaviden kesitler vererek bunu klinik yoldan sorgulamaya çalışacağım.

Lacan’a dek psikoz yetersizlik (déficite) ile ilintili bir olgu olarak kabul ediliyordu. Bilindiği gibi, şizofreni Bleuler’e kadar da “erken bunama” olarak adlandırılmıştır; daha sonrasında psikanalitik yaklaşım ile birlikte, beden imgesi ve aynı düzendeki bozukluklara (bir narsisizm yetersizliği söz konusu olduğundan) bağlı bir olay olarak benimsenmiştir.

Elbette, psikozlarda gözlemlenebilen olaylar beden imgesinin dağılması ile yakından ilintilidir ancak Lacan psikozu buna indirgemez; çünkü aynı zamanda simgesel olaylar da oyunun içindedir. Daha temel olarak, Lacan için psikoz, simgesel anlamda, oluşturulmuş bir olaydır. Sanrının (délire) oluşturulmuş olduğu düşüncesi Freud’da zaten mevcuttur. Ancak Lacan için, sadece sanrı değil, tüm olaylar hatta varsanılar gibi en dağılmış, en eksik gibi görünenler bile dil tarafından kurulur; psikozlar üzerine olan tüm seminerleri bu kavrama dayanır ve psikozu incelemek için de dilbilimi kullanır.

Klasik olarak, düşüncenin her zaman istem ve kararlılıkla belirlenir olduğu ve bir egemenlik fikrine gönderme yaptığı savı geçerli olmuştur. Daha sonrasında ise Lacan bunun felsefesini yapacak ve ‘kölenin bilgisinden yola çıkarak, Efendinin söylemine dönme’ söz konusu olacaktır. Ancak psikanaliz, düşüncenin öznesinin düşüncesini bilmediğini varsayar. Buna göre Lacan, anlama alma ile anlama arasında bir ayrım yapar. Seminer’de Lacan’ın analistlere anlamamayı tavsiye etmesinin nedeni, anlamaya özel bir konum atfetmesinden ileri gelir. Anlamın içinde alınırsak, “onun içine alınırız”. Ancak bu anlamın içine alındığımızı biz bilmeyiz. Diğer yandan anlamın içine alınmazsak, bunun bir anlamı yoktur. Anlama ise farklıdır, ancak anlamın içine alınıldığında mümkün hale gelir. Anlamın içine nasıl alınılır? Lacan, bunu üç yıl sonra “Giriş niteliğinde bir sorudan psikozun olası tedavilerine” adlı makalesinde, baba metaforunun (eğretileme) formülünü geliştirir ve yeniden ele alır. Bu Lacan’ın Freudcu Oedipus’u okuma biçimidir:

Bu formül, eğretilemenin (metafor) diğer tüm biçimlerine olanak tanıyacak olan temel eğretilemedir. Ana çatı bu formülde ele alınmıştır. Nevrozlu kişi, metaforların çatısının yüzeyinde oluşabilecek bir alan içinde yaşayan biridir. Ayna evresi nevrozluya dağınık öğelerin sürekliliğini getirmiştir ve kendi beden imgesi kaçınılmaz olarak bir ad tarafından taşınmaktadır. Ayna evresi adlandırıcı (nominateur) bir üçüncünün varlığını gerektirir. Bu şöyle daha iyi anlaşılabilir: Çocuk anneye doğru döner ve bir bakış, bir işaret yakalar: tam olarak ne olduğunu bilmese de, öteki için bir şeyi temsil ediyordur. Arzusunu ortaya koyan bu noktada, anne için bile gizlidir ve özne için yapılandırıcı olacak olan da budur.

Özneye gösterilen (signifié) karanlık kalsa da, annenin arzusu başka bir şeye yol açar: buradan hareketle baba metaforu işin içine karışacaktır. Bu, annenin arzusunun içinde babanın ortaya çıkışı veya oedipe’in ilk zamanlarındaki annenin fallus’ü olma arzusuna bağlı olan gösterenin yerini, Yasa ve simgesel düzen gösterenlerinin almasıdır. Eğer arzu anneden başka herhangi bir diğer nesneye yönelirse o zaman durumunu koruyabilir. Buna karşılık, ilk bastırmada bir başarısızlık varsa o zaman bu reddedilen simgesel, gerçekte yeniden ortaya çıkacaktır. Özne, simgesel bir ilişkide Öteki’nin arzusu ile karşı karşıya kaldığında, Öteki kurgusal oyunda dışarı atılacaktır.

Dolayısıyla Baba’nın Adı, önceden annenin yokluğu tarafından simgeleştirilenin yerine gelir. İlk gösterenin yani anneye olan arzunun yerine geçer. Kökensel (ilk) bastırma böylelikle Öteki’ne bedenle yani doyum (jouissance) ile bağlanmış bir göstereni konu alır. Fallus ayırma işini yerine getirir; diğer dürtüsel temsilcilerin bastırılması bununla bağıntılıdır. Bu işlemin etkisi, kastrasyona bağlı olarak, fallik anlamı ortaya çıkarır.

Şu halde, her söylenenin cinsel bir anlamı vardır; freudyen buluş, çocuk cinselliğinin Freud tarafından keşfi buna denk gelir. Yukarıdaki formülde, baba metaforu etkisini gösterdiği zaman, fallus gösterilenin yerine gelir. Bu konuşulduğu andan itibaren, bunun artık fallik bir anlamı vardır, her iki cinsiyet için de yalnızca tek bir simge vardır. Söylenen her şeyi söylemenin fallik bir anlamı vardır, bu da konuşmanın her iki cinsiyet için de bir şekilde babaya bağlandığı anlamına gelir. Hiç kuşkusuz bu, anneden geçen bir şeyi ve annenin o adamla yaşadığı doyumu adlandırabilmesini gerektirir. Anne arzusuyla çocuğun kafasını karıştırır. Arzu işte burada Öteki’nin arzusudur. Aynı zamanda, baba metaforu etkisini gösterir göstermez, Baba’nın Adı’nın Lacan tarafından simgesel parantezin dışına yazıldığı fark edilmektedir. Simgesel parantezin dışındaki bu Baba’nın Adı, bu Ötekinin içinde olmayan gösteren, Totem ve Tabu’da Freud’un babayı yerleştirdiği biçime denk gelir. Bu baba tarihin içinde değildir, ama tarih öncesindedir. İlk özdeşim – babayı içe alma (incorporation) veya babanın içine alınma – hem ilktir hem de özdeşimler serisinin dışındadır. Lacan yahudi geleneğinde, Tanrının adında bunu bulur; bu ad telaffuz edilemez, bu adın telaffuzu kayıptır, hem simgeselin bir öğesi, hem onun dışındadır, onu bütünüyle tutan ve sınırı güvence altına alandır.

Eğer baba metaforu etkisini göstermediyse, Lacan’ın deyimiyle Babanın Adı’nın “düşmesi” (forclusion) söz konusudur. Bu durumda, büyük Öteki fallik anlamdan muaf bir şekilde serbest kalacaktır. Sanrı içindeki öznenin, dünyasına yeniden fallik bir anlam verebilmesi için olağanüstü bir çaba harcaması gerekecektir. Psikotik kişinin oluşturduğu şey yoluyla aradığı da budur. Bununla birlikte, bu sanrının kaçınılmaz olarak bütüncül (total) olduğu da doğru değildir. Öteki ile, çevre ve analist ile ilişkiler yine de mümkündür. Bu ilişkiler imgesel bir ilişkinin sürdürülmesi ile bağdaşabilir. Küçük öteki ile herhangi bir ilişkiyi sürdürme imkanı mevcuttur. Bu öteki ile ilişkide, ki belki bu öteki kendini kaptırdığı aşkın ötekisidir, özne “tutulmuş” kalır (bu durumlarda erotomani’nin sıklığı bilinen bir gerçektir).

Psikozun başlaması için bazı koşulların varlığı gerekir. Lacan’ın formülü şöyledir: “ Psikozun başlaması için, Baba’nın Adı’nın düşmesi, yani Öteki’nin yerine asla gelmemesi, özneye simgsel bir zıtlıkta çağrılmış olması gerekir. Öznenin ötekiyle ilişkisinde simgesel bir konumu işgal ettiği bir an gibi bazı özel durumlar (babalık, cinsel ilişki vb..) bir psikozun başlangıcını tetikleyebilir. Öznenin normal olarak fallik anlam düzleminde bir destek bulması gereken yerde, bir boşluk yanıt verir ona.

Bu düşme kuramı ile birlikte, psikozun tedavi olanakları sınırlı gibi görünmektedir. Öncelikle psikoz yorumlanamaz zira psikanaliz için yorum, Oedipe’i, baba metaforunun ortaya konmasını gerektirir. Analist bir bakıma baba adına konuşur. Eğer baba yoksa, yorum yapmak gereksizdir. Eğer analist yorum yaparsa, psikotiğin de yorum yapma olasılığı fazladır. Ayrıca o bir yorumla da yetinmez. Yorum darbeleri ile psikotiğe bir Oedipus imal edilemez, çünkü Oedipus yorumun bir koşuludur.

***

Lacan psikozda a nesnesinin ayrılmadığını, yani kastrasyona uğramadığını ileri sürer. Dolayısıyla sınır yoktur ve fallik anlam, doyumu düzene koymaz, kısıtlamaz ve sınırlamaz. Psikotik özne arzusunu Öteki’nin arzusuna iliştiremez ve eklemleyemez çünkü öteki için yalnızca bir doyum nesnesi olmuştur. Schreber kendisini dünyanın nesnesi, tanrının nesnesi yaptığı zaman söz konusu olan bu durumdur; anlamı bağlayan, gösteren bizzat kendisidir. Her şey ondan geçer. Eğer fallik anlam yoksa, o zaman her şey onun içindir, psikozda göndermeli düşüncelerde (referans düşünceleri) ortaya çıkan budur.

Daha sonraları Lacan, semptomun durumunu tekrar sorgulayacak ve Joyce’un eseri ve yaşamını ele alarak, eksilen babalık işlevinin yerini doldurma olanaklarını ortaya çıkaracaktır. Joyce’un psikotik olup olmadığı meselesinin ve ondaki düşme durumunun üzerinde durmayacağım. Burada semptom sorunu merkez alınmıştır. Semptom, öznenin ‘Öteki için ne olduğunu bilme’ sorusuna verdiği yanıttır; bu, Öteki’nin arzusu bulmacasının yerine gelen bir uzlaşmadır. Histerik için “erkek mi, yoksa bir kadın mıyım?”, obsesif için “ölü mü yoksa canlı mıyım?”gibi. Nevrozda tüm bu sorular, eksiklik üzerine olduğu farz edilen bir bilgi etrafında sıralanırlar: Öznedeki eksiklik (manque) ve Öteki’ndeki eksiklik. Öznenin tarafındaki eksik parça, bir anlam, bir metafor biçiminde semptomun içinde yer alır: “Böyleyim çünkü Öteki bunu istiyor”. Ancak psikozda söz konusu olan eksiklik değil düşmedir; gösteren zincir Baba’nın Adı tarafından düzenlenmez. Lacan, Joyce üzerinde, üç öğeden oluşan bir düğümlemenin yani gerçeklik, simgesel ve imgeselden oluşan üç halkanın çatısını kurduğu zaman değil, bütünü birbirine bağlayan dördüncü bir halkayı tasarladığı zaman durmuştur. Bu dördüncü halka düzlemleri ayırt etmek ve onları adlandırmak için gereklidir; nevrozda Baba’nın Adı olabilecek bu halka, bir ürün, bir üretim olarak semptomun da halkası olabilir. Lacan’a göre Joyce, egosu, megalomanisi yoluyla kendine bir baba adı yapar ve Joyce için gerçeklik düzeyi yazı düzeni üzerinden işlemektedir. Lacan’ın Joyce’un son eseri olan Finnegan’ın İzinde’ye gösterdiği ilgi bundan dolayıdır. Bu eser nükteli söz biçiminde oluşturulmuştur ancak kimseye seslenmez; Freud’un bahsettiği söylenen Kişi’yi ortaya koymaz, güldürmeyen bir nükteli sözdür. Son eseri derken, aynı zamanda bir yaşamın eseridir çünkü Joyce’un bu eseri yazmaya yıllarını verdiği ve eserinin ona yaşamı boyunca eşlik ettiği bilinmektedir; aynı zamanda Joyce’un onun yayınlanması konusunda tamamen kayıtsız kalışı, bu eserin kimseye seslenmediğinin ve bir yaşamın eseri olduğunun göstergesidir. İşte bundan dolayıdır ki, buradaki nükteli sözün bastırmayı kaldırma işlevi gördüğü söylenebilir. Lacan bunu, Joyce’un özdeşleşebileceği bir semptomun oluşturulması olarak yorumlar.

Joyce düşme’den, kendine bir ad, bir baba adı yaparak kurtulur ve bir biçimde sanat yani sanatı ve yazısı fallüs’ün yerine geçmiş olur. Fallüs’ün nevrozda söz ve beden arasında bir birleşme noktası işlevi gördüğü biçimdir bu. Bedenle ilişkisi bakımından benliğin dağılımı, kuruluşu ve aynı zamanda şişmesi bundan ileri gelir.

Bunlar, size sunmak istediğim klinik bir olguya giriş niteliğindeki bazı ana noktalar ve hatırlatmalardı. Bu olgunun, özellikle bu meseleler bağlamında, oldukça ilgimizi çekebileceğini düşünüyorum. ******

Kırk yaşlarında olan Bay R. adındaki hasta, bana bir meslektaşım tarafından yönlendirilmişti; hastanın karısı meslektaşımın analizanıydı. Bu hastanın en önemli özelliği, sanrılı halüsinasyonlarından dolayı, rızası olmadan defalarca hastaneye yatırılmış olmasıydı. Bu sanrılı an aşağı yukarı hep birbirine benzer senaryolarda gelişiyordu: Bay R. ilişkide olduğu bir kadına dayak atıyor, aşırı bir şiddet uygulayarak dövüyordu; örneğin birinin burnunu, bir diğerinin de kolunu kırmıştı. Sonra da kendisini başıboş dolaşırken, sanrılar ve hallüsinasyonlar içinde sokakta buluyor, kadın erkek kime rastlarsa şiddet uyguluyor ve polis tarafından yakalanarak hastaneye kaldırılıyordu. Şunu belirtmek gerekir ki, fiziksel görünüşü yaptığı işe göre biçilmiş kaftandı yani çok iri yarıydı ve Amerikalıların deyişiyle tough guy bir yürüyüşü vardı. Kaba hatlı ve genişçe yüzlü, sert görünümlü biriydi. Klasik olarak nitelendirilebilecek bir analistle bir analiz deneyimi yaşamış ancak bu kötü bir şekilde sonuçlanmıştı. Analist sanrılara kapılmasının sonucunda analiz uygulamalarını durdurmuş ve Bay R. yi bir anlamda yüzüstü bırakmıştı. Bu meselede asıl ilginç olan, tuhaf bir biçimde işe yarayan ve bu olgunun size bahsetmek istediğim çelişkili noktalarından birini oluşturan unsur, bu ilk tedavinin gerçekten az rastlanır gelişiminden kaynaklanıyordu: Analist, Bay R.yi en klasik anlamda analitik yorumlara boğmuştu, yani cinsel, fallik ve oedipal anlamları hastasına enjekte etmişti. Bu, Bay R.’de yatıştırıcı bir etki yapsa da aynı zamanda annesine karşı persekütif bir sanrı geliştirmesine neden olmuştu. Buna daha sonra yeniden geleceğim.

Anamnez ve hikaye üzerinde fazla durmaksızın, çocukluğu ile ilgili bazı bilgileri vermek istiyorum. Bay R. hali vakti yerinde bir sosyal çevreden geliyordu. Bana anlattıklarının içinde baba neredeyse hiç yoktu. Annesi ile ilişkisini, yeniden inşa ettiği bir ilişkiyi hatırlıyordu: Başlarda annesine her zaman yapışık bir çocuktu, anneyi daha çok soğuk, onu yasaklara ve sınırlara boğan ve aynı zamanda onu daimi olarak kendisine saklamak isteyen biri olarak tanımlıyordu. Bay R. dört beş yaşlarındayken, küçük kız kardeşinin doğumu ile birlikte bu ilişki tamamen değişti. Küçük kız kardeş onun hem oyun arkadaşı, hem de yedek annesi olmuştu (çok sevdiği bu kız kardeş sonradan gerçek bir eksik erkek çocuk olacaktı: uçak pilotu oldu, savaş sanatları ile ilgilendi ve bugün de bir lezbiyen). Bay R. çocukken, bahçede dolaşan böceklere bakarak günlerini geçirdiğini hatırlıyor, “yerdeki bir delikten çıkan veya bir deliğe giren karıncaları seyredebilmek için saatlerce aynı yerde kalabilirdim” diyordu. Zaten sonradan düzgün bir fen bilimleri eğitimi yapacaktı. Sonra, ilk cinsel ilişkiler devreye girince işler kötüye gitmeye başladı. Kadınlarla olan çeşitli ilişkilerinde, kendisinin söylediğine göre, cinselliği yaşama ile ilgili her şey iyi geçiyor ancak bu ilişkiler hep aynı bir biçimde son buluyordu: Genellikle, doyum veren olarak tanımladığı –bundan ne kastettiğini birazdan açıklayacağım- bir cinsel ilişkinin ardından, biraz önce bahsettiğim, zengin ve sanrılı olarak tanımladığı bir an geliyordu.

Onun için doyumu sağlayan bir cinsel ilişki, erkek ve kadının yani onun ve cinsel ilişkide bulunduğu kişinin aynı anda orgazma ulaşmasıydı. Kadın orgazmının erkek orgazmı ile tamamen uyumlu, simetrik olduğu görüşüne sahipti. Kültürlü biriydi: okuyordu vs. ancak kadın orgazmının erkek orgazmı ile aynı düzende ve tamamen uyum içinde olduğu düşüncesini geliştirmişti: Ona göre bir kadın, Bay R. ile aynı anda, Bay R’nin hissettiğini hissediyordu, eğer Bay R. doyuma ulaşmışsa, böylece kadın da doyuma ulaşmış demekti.

Hastaneye yatmalarının biri sırasında, hastanedeki genç ve bakire bir kadınla ilişki kurmuş ve aralarında bir aşk bağı oluşmuştu. Bu aşk ilişkisi de diğerleri gibi gelişecekti, yani Bay R. yine kızı dövecek, hatta burnunu kıracaktı. Ancak bu kız, diğerlerinin aksine, bunu kabul etmiş, onun deyişiyle bunu “kabullenmişti”. Daha sonraları ise, bu karmaşık ilişkinin ikinci yılının sonlarında, kendisinin çok travmatik olarak tanımladığı bir olay gelişti: Kız ona şimdiye kadar orgazm taklidi yaptığını, aslında cinsel ilişki sırasında kesinlikle hiçbir şey hissetmediğini ve numara yaptığını itiraf etmişti. Bu itirafı, kızın başladığı analiz ile bağlantılıydı çünkü psikiyatrik hastaneden çıktıktan sonra bir tedaviye başlamıştı. Bay R. bu itirafın ona çok kaygı veren bir soruyu da beraberinde getirdiğini söylüyordu: Bu kız nasıl doyacaktı? (Ne istiyorsun?). Şöyle diyordu: “Yamyamlık bu. Eğer ona verebildiğim bu şeyi istemiyorsa benden ne istiyor? Ve hiçbir şey, bu bile, onun bu ilişkiyi sonlandırmasına neden olmuyorsa, o zaman neler oluyor?”

İlk analiz deneyimi Bay R.’de, hikayesini yeniden oluşturma şeklinde etkisini gösteriyordu. Tamamen klasik bir analitik eğitime sahipti yani hikayesini –sanrısını oluşturuyor da denebilir- oedipal terimlerle yeniden oluşturuyordu: annesi, babası vs. Bu ilk tedavisi, annesine karşı persekütif bir sanrı geliştirmesine neden olmuştu; zaten gerçek hayatta da onunla ilişkileri aşırı derecede karmaşık ve çok zor bir hal almıştı, artık birbirlerini göremiyorlardı. Bay R. annesini göremiyordu çünkü eğer görürse kendisinin veya onun çok fazla tehlikede olduğunu hissediyordu. Onu tehlikeye sokmak veya onun kendisini tehlikeye sokması düşüncesi ile birlikte, bu ilişkide endişe verici bazı şeylerin geçebilecek olması onu görmesine engel oluyordu. Zamanını geçmişini araştırmakla, babasının ve annesinin ilişkilerini incelemekle, annesi için ne ifade ettiğini sorgulamakla ve bunun gibi konularla ilgilenerek geçirmeye başlamıştı. Tüm bu anlattıkları, anı kesitleriyle, bazı şeylerin söze dökülüvermesiyle veya çağrışımlarla kesinlikle desteklenmiyordu; söylediklerinin tamamen entellektüalize edilmiş ve rasyonelleştirilmiş bir yapısı vardı. Bu yapı yeterli derecede tutarlıydı ve analizde, bazı başka özel noktalar olmasa, ona neredeyse nevrotik bir tutum verecekti.

Her şeye rağmen, kendisinden zevk almadığını itiraf eden bu kadınla ilişkisinin sonrasında, onunla iki çocuk yapmakla kalmadı, onunla evlendi. İlk çocuğun doğumu onda çok keskin bir etki yarattı ve Bay R. altı ay hastanede yattı, bu son hastane deneyimiydi. Bana gelince, onu iki yıl sonra tekrar görmeye başladım ve ikinci çocuğu benim onu gördüğüm dönemde, tedavi sırasında doğdu. Şikayeti –ki aslında bu çok önemliydi- karısı ile ilişkisi ve onun analizi üzerinde odaklanıyordu. Karısı analizini bitirmiş ancak halen tedavisinin başlangıcında olduğu gibi cinsel açıdan soğuktu ve bundan şikayetçi değildi. Analisti, ki haklı olduğunu düşünüyorum, bazı şeyleri zorlamanın gereksiz olduğunu çünkü bu cinsel soğukluk ile yaşayabilmesinin yanı sıra, belki de bu soğukluğun onun yaşamasına olanak tanıdığını düşünmüştü. Bay R. içinse bu korkunç bir ıstıraptı, analizin başarısızlığının kanıtıydı. Ancak analizin tüm güçlülüğüne kesin olarak ikna olmuş biri olduğundan başarısız olan analiz olamazdı, demek ki karısının analistinin kötü niyeti söz konusuydu. O kendisinin çektiği acıyı anlamıyordu, ilerlemeyi ve bir kadın ile bir erkek arasındaki normal yaşamın gerekliliklerini yani ortak orgazmda ifade bulan mükemmel uyumu reddediyordu.

Karısının soğukluğunu öğrendiğinden beri cinsellik konusunda bir yıkım söz konusuydu: onunla çok nadir ilişkiye girebiliyor ve erken boşalıyordu. Yani bir anlamda bu ilişkideki imkansızlık ile karşılaştığında, işte o da iktidarsız hale gelmişti. İktidarsızlığı havale eden, imkansızlığı da tersine çeviren bir anlatım biçimiydi bu. Cinsel ilişki çok nadirdi ancak bununla birlikte iki çocuk yapmak için yeterince sıktı. Çok az birlikte oluyorlardı ama anlamadığı ve ona aşırı derecede kaygı veren şey karısının şikayet etmesiydi, yani aslında karısı ondan daha fazla cinsel ilişkide bulunmalarını talep ediyordu; yüzüstü bırakılmaktan şikayetçiydi dahası, artık kendine bakmaz olmuş, kendini bırakmıştı ve Bay R.’nin deyişiyle erotik değildi. Artık Bay R. onunla uygun şekilde cinsel ilişkiye giremiyordu.

Benimle olan tüm görüşmeleri, yıllarca bu mesele etrafında döndü. Sürekli olarak karısının orgazm olamayışından, soğukluğundan, kadınların doyuma ulaşması hakkında hiçbir şey anlamadığından şikayet ediyordu. Nasıl olur da karısı cinsel anlamda soğuk biri olup, orgazm olamazken aynı zamanda onunla cinsel ilişki kurmak isteyebilirdi? Ne istiyordu? (sorular şiddet yüklüydü…)

Beraber yaşıyorlardı, evliydiler, iki çocuk yetiştiriyorlardı. Her ikisi de özürlü kişilere yapılan para yardımı ile geçimlerini sağlıyorlardı ancak Bay R.’nin bir işi vardı, bu geçici ama yüksek kademede bir işti ve düzenli olarak gidiyordu.

İstediği bu olmadığına göre, benden ne istiyordu? Talep ettiği neydi? Bu sorular, o ilk arzu bulmacasını, ötekinin arzusu bulmacasını temsil ediyordu. Yakın zamanda, kuşkusuz tedavinin etkisiyle, bir olay oldu. Bir gün, karısıyla genellikle olduğundan çok daha sert bir biçimde kavga etmişler ve Bay R. ona el kaldırmış, sonra da dövmüştü. Bu çok uzun zamandır yapmadığı bir şeydi. Sonrasında da cinsel ilişkiye girmişler ve Bay R. tam bir doyum hissetmişti yani her şey iyi geçmiş, erken boşalmamış ve karısının zevk aldığı izlenimini edinmişti. Bu olay onu özellikle etkiledi ve onu ele geçiren bu şiddet duygusu ile duyduğu haz arasındaki bağı kendisi kurabildi.

*

Lacan’ın Joyce konusunu işlediği, semptom üzerine olan semineri psikozların kesin tedavisi ile ilgili kıymetli bilgiler içerir. 1958 makalesinin girişi veya uzantılarının bu yılların öğretisinde bulunduğunu belirtmek gerekir. Nevrozlu, Oedip sayesinde bir gerçeklik noktası, bir gerçeklik ucu oluşturmuştur; bu da konuşan ve araya giren Baba’nın Adı’dır; Oedip bir anlamda nevrozlunun sanrısıdır. Psikotik öznenin ise bir gerçeklik noktası olmadığından, bir şey oluşturma zorunluluğu olacaktır. Bütün bir dünyayı yeniden oluşturmak cinsiyet farklılığına anlam verir. Aslında amaç bir gerçeklik kurabilmek için bir gösteren, bir bulmaca noktası, bir sınır noktası oluşturmaktır: Bir gerçeklik noktasından hareketle bir şey oluşturmak. Bu tedaviyi benzersiz kılan özellik, Bay R’nin açıkça kadınsal doyuma, Öteki’nin doyumuna, kadın bulmacasına bağlı olarak bir şey oluşturmasıdır. Bu şey, onun kör noktası ve sorularının ana konusudur. Tüm seanslar, tekrarlayan sorular ile birlikte, bunun etrafında döner. Şüphesiz, hiçbir işleme çalışmasının (élaboration) söz konusu olmadığı da söylenemez. Sınırda da olsa ona -sanrılarını sona erdirme olanağını tanıyacak- yorumu durduranın ne olduğunu söyleyebildim ve o da bunu duyabildi: bu kör nokta, bu doyumların arasındaki simetrisizlik, bu kör nokta ile karşılaşma, bu gerçekliğin ucuydu bunu engelleyen. Bunu anlamasının nedeni ona bunu açıklamış olmamdan değil biraz önce bahsettiğim olaydan, dehşet verici, ölümcül doyumdan, kendisi için bir şey oluşturan o son deneyim esnasındaki dönüşten ileri geliyordu. Benimle persekütif nitelikte bir başlangıcı olmuşu: Kadınların nasıl ve ne ile doyuma ulaştığını, kadın doyumunun sırrını bildiğimden emindi. Ona göre, bunu ona söylemek istemememin nedeni ya tedaviyi uzatmak ve onun parasını almak ya da bu bilgimin onun üzerinde üstünlük kurmamı sağlamasından ötürü duyduğum zevk vs yüzündendi. Bir keresinde, benim de tıpkı herkes gibi bu konu hakkında hiçbir şey bilmediğimin farkına varabildi ve şöyle bir yorum yaptı: “ve bununla yaşayabiliyorsunuz!”. Demek ki derinde, oralarda bir yerde, kendini bir proto-oedip, bir protez oedip gibi sunan bir şey var: bir başkası ile ilişkide, arzu bilmecesinin taşıyıcısı olan Öteki’nin gerçekliğinden hareketle, bir öteki-benliği (alter-ego) yeniden oluşturmak; başka bir deyişle, gerçeklik ucu gibi bir şey oluşturmak. İşte bulmacanın, kendisi, özne ve Öteki’nin doyumu meselesi arasında bir nevi mesafe oluşturduğu yer burasıdır. Hiç kuşkusuz, burada söz konusu olan nevrotik bir semptom değildir – her ne kadar bu semptom nevrozda gerçekten o işlevi görse de. Başka bir deyişle, bu birincil doyumu sınırlayan, ekran işlevi gören ve bu doyumu, bir bulmaca gibi oluşturulacak şeye doğru, yönlendirmeye olanak tanıyan bir şeyi inşa etmektir söz konusu olan. Öznenin ona artık kendisini hemen, kendiliğinden sunmadığı bir şeye doğru…

Alain Vanier
Fransızca aslından çeviren: Neslihan Zabcı

Lacan, psikoz üzerindeki düşüncelerini psikozlar üzerine olan seminerden başlayarak, 1958 tarihli makalesinde yeniden ele almış ve Joyce üzerine olan çalışmalarına dek uzanan bir yolda geliştirmiştir. Psikozun tedavisi perspektifinden yola çıkarken semptom kavramı üzerinde özellikle durmuştur. Bu yolun başlıca aşamaları hakkında kısa bir hatırlatma yaptıktan sonra, bir tedaviden kesitler vererek bunu klinik yoldan sorgulamaya çalışacağım.

Lacan’a dek psikoz yetersizlik (déficite) ile ilintili bir olgu olarak kabul ediliyordu. Bilindiği gibi, şizofreni Bleuler’e kadar da “erken bunama” olarak adlandırılmıştır; daha sonrasında psikanalitik yaklaşım ile birlikte, beden imgesi ve aynı düzendeki bozukluklara (bir narsisizm yetersizliği söz konusu olduğundan) bağlı bir olay olarak benimsenmiştir.

Elbette, psikozlarda gözlemlenebilen olaylar beden imgesinin dağılması ile yakından ilintilidir ancak Lacan psikozu buna indirgemez; çünkü aynı zamanda simgesel olaylar da oyunun içindedir. Daha temel olarak, Lacan için psikoz, simgesel anlamda, oluşturulmuş bir olaydır. Sanrının (délire) oluşturulmuş olduğu düşüncesi Freud’da zaten mevcuttur. Ancak Lacan için, sadece sanrı değil, tüm olaylar hatta varsanılar gibi en dağılmış, en eksik gibi görünenler bile dil tarafından kurulur; psikozlar üzerine olan tüm seminerleri bu kavrama dayanır ve psikozu incelemek için de dilbilimi kullanır.

Klasik olarak, düşüncenin her zaman istem ve kararlılıkla belirlenir olduğu ve bir egemenlik fikrine gönderme yaptığı savı geçerli olmuştur. Daha sonrasında ise Lacan bunun felsefesini yapacak ve ‘kölenin bilgisinden yola çıkarak, Efendinin söylemine dönme’ söz konusu olacaktır. Ancak psikanaliz, düşüncenin öznesinin düşüncesini bilmediğini varsayar. Buna göre Lacan, anlama alma ile anlama arasında bir ayrım yapar. Seminer’de Lacan’ın analistlere anlamamayı tavsiye etmesinin nedeni, anlamaya özel bir konum atfetmesinden ileri gelir. Anlamın içinde alınırsak, “onun içine alınırız”. Ancak bu anlamın içine alındığımızı biz bilmeyiz. Diğer yandan anlamın içine alınmazsak, bunun bir anlamı yoktur. Anlama ise farklıdır, ancak anlamın içine alınıldığında mümkün hale gelir. Anlamın içine nasıl alınılır? Lacan, bunu üç yıl sonra “Giriş niteliğinde bir sorudan psikozun olası tedavilerine” adlı makalesinde, baba metaforunun (eğretileme) formülünü geliştirir ve yeniden ele alır. Bu Lacan’ın Freudcu Oedipus’u okuma biçimidir:

Bu formül, eğretilemenin (metafor) diğer tüm biçimlerine olanak tanıyacak olan temel eğretilemedir. Ana çatı bu formülde ele alınmıştır. Nevrozlu kişi, metaforların çatısının yüzeyinde oluşabilecek bir alan içinde yaşayan biridir. Ayna evresi nevrozluya dağınık öğelerin sürekliliğini getirmiştir ve kendi beden imgesi kaçınılmaz olarak bir ad tarafından taşınmaktadır. Ayna evresi adlandırıcı (nominateur) bir üçüncünün varlığını gerektirir. Bu şöyle daha iyi anlaşılabilir: Çocuk anneye doğru döner ve bir bakış, bir işaret yakalar: tam olarak ne olduğunu bilmese de, öteki için bir şeyi temsil ediyordur. Arzusunu ortaya koyan bu noktada, anne için bile gizlidir ve özne için yapılandırıcı olacak olan da budur.

Özneye gösterilen (signifié) karanlık kalsa da, annenin arzusu başka bir şeye yol açar: buradan hareketle baba metaforu işin içine karışacaktır. Bu, annenin arzusunun içinde babanın ortaya çıkışı veya oedipe’in ilk zamanlarındaki annenin fallus’ü olma arzusuna bağlı olan gösterenin yerini, Yasa ve simgesel düzen gösterenlerinin almasıdır. Eğer arzu anneden başka herhangi bir diğer nesneye yönelirse o zaman durumunu koruyabilir. Buna karşılık, ilk bastırmada bir başarısızlık varsa o zaman bu reddedilen simgesel, gerçekte yeniden ortaya çıkacaktır. Özne, simgesel bir ilişkide Öteki’nin arzusu ile karşı karşıya kaldığında, Öteki kurgusal oyunda dışarı atılacaktır.

Dolayısıyla Baba’nın Adı, önceden annenin yokluğu tarafından simgeleştirilenin yerine gelir. İlk gösterenin yani anneye olan arzunun yerine geçer. Kökensel (ilk) bastırma böylelikle Öteki’ne bedenle yani doyum (jouissance) ile bağlanmış bir göstereni konu alır. Fallus ayırma işini yerine getirir; diğer dürtüsel temsilcilerin bastırılması bununla bağıntılıdır. Bu işlemin etkisi, kastrasyona bağlı olarak, fallik anlamı ortaya çıkarır.

Şu halde, her söylenenin cinsel bir anlamı vardır; freudyen buluş, çocuk cinselliğinin Freud tarafından keşfi buna denk gelir. Yukarıdaki formülde, baba metaforu etkisini gösterdiği zaman, fallus gösterilenin yerine gelir. Bu konuşulduğu andan itibaren, bunun artık fallik bir anlamı vardır, her iki cinsiyet için de yalnızca tek bir simge vardır. Söylenen her şeyi söylemenin fallik bir anlamı vardır, bu da konuşmanın her iki cinsiyet için de bir şekilde babaya bağlandığı anlamına gelir. Hiç kuşkusuz bu, anneden geçen bir şeyi ve annenin o adamla yaşadığı doyumu adlandırabilmesini gerektirir. Anne arzusuyla çocuğun kafasını karıştırır. Arzu işte burada Öteki’nin arzusudur. Aynı zamanda, baba metaforu etkisini gösterir göstermez, Baba’nın Adı’nın Lacan tarafından simgesel parantezin dışına yazıldığı fark edilmektedir. Simgesel parantezin dışındaki bu Baba’nın Adı, bu Ötekinin içinde olmayan gösteren, Totem ve Tabu’da Freud’un babayı yerleştirdiği biçime denk gelir. Bu baba tarihin içinde değildir, ama tarih öncesindedir. İlk özdeşim – babayı içe alma (incorporation) veya babanın içine alınma – hem ilktir hem de özdeşimler serisinin dışındadır. Lacan yahudi geleneğinde, Tanrının adında bunu bulur; bu ad telaffuz edilemez, bu adın telaffuzu kayıptır, hem simgeselin bir öğesi, hem onun dışındadır, onu bütünüyle tutan ve sınırı güvence altına alandır.

Eğer baba metaforu etkisini göstermediyse, Lacan’ın deyimiyle Babanın Adı’nın “düşmesi” (forclusion) söz konusudur. Bu durumda, büyük Öteki fallik anlamdan muaf bir şekilde serbest kalacaktır. Sanrı içindeki öznenin, dünyasına yeniden fallik bir anlam verebilmesi için olağanüstü bir çaba harcaması gerekecektir. Psikotik kişinin oluşturduğu şey yoluyla aradığı da budur.
Bununla birlikte, bu sanrının kaçınılmaz olarak bütüncül (total) olduğu da doğru değildir. Öteki ile, çevre ve analist ile ilişkiler yine de mümkündür. Bu ilişkiler imgesel bir ilişkinin sürdürülmesi ile bağdaşabilir. Küçük öteki ile herhangi bir ilişkiyi sürdürme imkanı mevcuttur. Bu öteki ile ilişkide, ki belki bu öteki kendini kaptırdığı aşkın ötekisidir, özne “tutulmuş” kalır (bu durumlarda erotomani’nin sıklığı bilinen bir gerçektir).

Psikozun başlaması için bazı koşulların varlığı gerekir. Lacan’ın formülü şöyledir: “ Psikozun başlaması için, Baba’nın Adı’nın düşmesi, yani Öteki’nin yerine asla gelmemesi, özneye simgsel bir zıtlıkta çağrılmış olması gerekir. Öznenin ötekiyle ilişkisinde simgesel bir konumu işgal ettiği bir an gibi bazı özel durumlar (babalık, cinsel ilişki vb..) bir psikozun başlangıcını tetikleyebilir. Öznenin normal olarak fallik anlam düzleminde bir destek bulması gereken yerde, bir boşluk yanıt verir ona.

Bu düşme kuramı ile birlikte, psikozun tedavi olanakları sınırlı gibi görünmektedir. Öncelikle psikoz yorumlanamaz zira psikanaliz için yorum, Oedipe’i, baba metaforunun ortaya konmasını gerektirir. Analist bir bakıma baba adına konuşur. Eğer baba yoksa, yorum yapmak gereksizdir. Eğer analist yorum yaparsa, psikotiğin de yorum yapma olasılığı fazladır. Ayrıca o bir yorumla da yetinmez. Yorum darbeleri ile psikotiğe bir Oedipus imal edilemez, çünkü Oedipus yorumun bir koşuludur.

***

Lacan psikozda a nesnesinin ayrılmadığını, yani kastrasyona uğramadığını ileri sürer. Dolayısıyla sınır yoktur ve fallik anlam, doyumu düzene koymaz, kısıtlamaz ve sınırlamaz. Psikotik özne arzusunu Öteki’nin arzusuna iliştiremez ve eklemleyemez çünkü öteki için yalnızca bir doyum nesnesi olmuştur. Schreber kendisini dünyanın nesnesi, tanrının nesnesi yaptığı zaman söz konusu olan bu durumdur; anlamı bağlayan, gösteren bizzat kendisidir. Her şey ondan geçer. Eğer fallik anlam yoksa, o zaman her şey onun içindir, psikozda göndermeli düşüncelerde (referans düşünceleri) ortaya çıkan budur.

Daha sonraları Lacan, semptomun durumunu tekrar sorgulayacak ve Joyce’un eseri ve yaşamını ele alarak, eksilen babalık işlevinin yerini doldurma olanaklarını ortaya çıkaracaktır. Joyce’un psikotik olup olmadığı meselesinin ve ondaki düşme durumunun üzerinde durmayacağım. Burada semptom sorunu merkez alınmıştır. Semptom, öznenin ‘Öteki için ne olduğunu bilme’ sorusuna verdiği yanıttır; bu, Öteki’nin arzusu bulmacasının yerine gelen bir uzlaşmadır. Histerik için “erkek mi, yoksa bir kadın mıyım?”, obsesif için “ölü mü yoksa canlı mıyım?”gibi. Nevrozda tüm bu sorular, eksiklik üzerine olduğu farz edilen bir bilgi etrafında sıralanırlar: Öznedeki eksiklik (manque) ve Öteki’ndeki eksiklik. Öznenin tarafındaki eksik parça, bir anlam, bir metafor biçiminde semptomun içinde yer alır: “Böyleyim çünkü Öteki bunu istiyor”. Ancak psikozda söz konusu olan eksiklik değil düşmedir; gösteren zincir Baba’nın Adı tarafından düzenlenmez.
Lacan, Joyce üzerinde, üç öğeden oluşan bir düğümlemenin yani gerçeklik, simgesel ve imgeselden oluşan üç halkanın çatısını kurduğu zaman değil, bütünü birbirine bağlayan dördüncü bir halkayı tasarladığı zaman durmuştur. Bu dördüncü halka düzlemleri ayırt etmek ve onları adlandırmak için gereklidir; nevrozda Baba’nın Adı olabilecek bu halka, bir ürün, bir üretim olarak semptomun da halkası olabilir. Lacan’a göre Joyce, egosu, megalomanisi yoluyla kendine bir baba adı yapar ve Joyce için gerçeklik düzeyi yazı düzeni üzerinden işlemektedir. Lacan’ın Joyce’un son eseri olan Finnegan’ın İzinde’ye gösterdiği ilgi bundan dolayıdır. Bu eser nükteli söz biçiminde oluşturulmuştur ancak kimseye seslenmez; Freud’un bahsettiği söylenen Kişi’yi ortaya koymaz, güldürmeyen bir nükteli sözdür. Son eseri derken, aynı zamanda bir yaşamın eseridir çünkü Joyce’un bu eseri yazmaya yıllarını verdiği ve eserinin ona yaşamı boyunca eşlik ettiği bilinmektedir; aynı zamanda Joyce’un onun yayınlanması konusunda tamamen kayıtsız kalışı, bu eserin kimseye seslenmediğinin ve bir yaşamın eseri olduğunun göstergesidir. İşte bundan dolayıdır ki, buradaki nükteli sözün bastırmayı kaldırma işlevi gördüğü söylenebilir. Lacan bunu, Joyce’un özdeşleşebileceği bir semptomun oluşturulması olarak yorumlar.

Joyce düşme’den, kendine bir ad, bir baba adı yaparak kurtulur ve bir biçimde sanat yani sanatı ve yazısı fallüs’ün yerine geçmiş olur. Fallüs’ün nevrozda söz ve beden arasında bir birleşme noktası işlevi gördüğü biçimdir bu. Bedenle ilişkisi bakımından benliğin dağılımı, kuruluşu ve aynı zamanda şişmesi bundan ileri gelir.

Bunlar, size sunmak istediğim klinik bir olguya giriş niteliğindeki bazı ana noktalar ve hatırlatmalardı. Bu olgunun, özellikle bu meseleler bağlamında, oldukça ilgimizi çekebileceğini düşünüyorum.

******

Kırk yaşlarında olan Bay R. adındaki hasta, bana bir meslektaşım tarafından yönlendirilmişti; hastanın karısı meslektaşımın analizanıydı. Bu hastanın en önemli özelliği, sanrılı halüsinasyonlarından dolayı, rızası olmadan defalarca hastaneye yatırılmış olmasıydı. Bu sanrılı an aşağı yukarı hep birbirine benzer senaryolarda gelişiyordu: Bay R. ilişkide olduğu bir kadına dayak atıyor, aşırı bir şiddet uygulayarak dövüyordu; örneğin birinin burnunu, bir diğerinin de kolunu kırmıştı. Sonra da kendisini başıboş dolaşırken, sanrılar ve hallüsinasyonlar içinde sokakta buluyor, kadın erkek kime rastlarsa şiddet uyguluyor ve polis tarafından yakalanarak hastaneye kaldırılıyordu. Şunu belirtmek gerekir ki, fiziksel görünüşü yaptığı işe göre biçilmiş kaftandı yani çok iri yarıydı ve Amerikalıların deyişiyle tough guy bir yürüyüşü vardı. Kaba hatlı ve genişçe yüzlü, sert görünümlü biriydi. Klasik olarak nitelendirilebilecek bir analistle bir analiz deneyimi yaşamış ancak bu kötü bir şekilde sonuçlanmıştı. Analist sanrılara kapılmasının sonucunda analiz uygulamalarını durdurmuş ve Bay R. yi bir anlamda yüzüstü bırakmıştı. Bu meselede asıl ilginç olan, tuhaf bir biçimde işe yarayan ve bu olgunun size bahsetmek istediğim çelişkili noktalarından birini oluşturan unsur, bu ilk tedavinin gerçekten az rastlanır gelişiminden kaynaklanıyordu: Analist, Bay R.yi en klasik anlamda analitik yorumlara boğmuştu, yani cinsel, fallik ve oedipal anlamları hastasına enjekte etmişti. Bu, Bay R.’de yatıştırıcı bir etki yapsa da aynı zamanda annesine karşı persekütif bir sanrı geliştirmesine neden olmuştu. Buna daha sonra yeniden geleceğim.

Anamnez ve hikaye üzerinde fazla durmaksızın, çocukluğu ile ilgili bazı bilgileri vermek istiyorum. Bay R. hali vakti yerinde bir sosyal çevreden geliyordu. Bana anlattıklarının içinde baba neredeyse hiç yoktu. Annesi ile ilişkisini, yeniden inşa ettiği bir ilişkiyi hatırlıyordu: Başlarda annesine her zaman yapışık bir çocuktu, anneyi daha çok soğuk, onu yasaklara ve sınırlara boğan ve aynı zamanda onu daimi olarak kendisine saklamak isteyen biri olarak tanımlıyordu. Bay R. dört beş yaşlarındayken, küçük kız kardeşinin doğumu ile birlikte bu ilişki tamamen değişti. Küçük kız kardeş onun hem oyun arkadaşı, hem de yedek annesi olmuştu (çok sevdiği bu kız kardeş sonradan gerçek bir eksik erkek çocuk olacaktı: uçak pilotu oldu, savaş sanatları ile ilgilendi ve bugün de bir lezbiyen). Bay R. çocukken, bahçede dolaşan böceklere bakarak günlerini geçirdiğini hatırlıyor, “yerdeki bir delikten çıkan veya bir deliğe giren karıncaları seyredebilmek için saatlerce aynı yerde kalabilirdim” diyordu. Zaten sonradan düzgün bir fen bilimleri eğitimi yapacaktı. Sonra, ilk cinsel ilişkiler devreye girince işler kötüye gitmeye başladı. Kadınlarla olan çeşitli ilişkilerinde, kendisinin söylediğine göre, cinselliği yaşama ile ilgili her şey iyi geçiyor ancak bu ilişkiler hep aynı bir biçimde son buluyordu: Genellikle, doyum veren olarak tanımladığı –bundan ne kastettiğini birazdan açıklayacağım- bir cinsel ilişkinin ardından, biraz önce bahsettiğim, zengin ve sanrılı olarak tanımladığı bir an geliyordu.

Onun için doyumu sağlayan bir cinsel ilişki, erkek ve kadının yani onun ve cinsel ilişkide bulunduğu kişinin aynı anda orgazma ulaşmasıydı. Kadın orgazmının erkek orgazmı ile tamamen uyumlu, simetrik olduğu görüşüne sahipti. Kültürlü biriydi: okuyordu vs. ancak kadın orgazmının erkek orgazmı ile aynı düzende ve tamamen uyum içinde olduğu düşüncesini geliştirmişti: Ona göre bir kadın, Bay R. ile aynı anda, Bay R’nin hissettiğini hissediyordu, eğer Bay R. doyuma ulaşmışsa, böylece kadın da doyuma ulaşmış demekti.

Hastaneye yatmalarının biri sırasında, hastanedeki genç ve bakire bir kadınla ilişki kurmuş ve aralarında bir aşk bağı oluşmuştu. Bu aşk ilişkisi de diğerleri gibi gelişecekti, yani Bay R. yine kızı dövecek, hatta burnunu kıracaktı. Ancak bu kız, diğerlerinin aksine, bunu kabul etmiş, onun deyişiyle bunu “kabullenmişti”. Daha sonraları ise, bu karmaşık ilişkinin ikinci yılının sonlarında, kendisinin çok travmatik olarak tanımladığı bir olay gelişti: Kız ona şimdiye kadar orgazm taklidi yaptığını, aslında cinsel ilişki sırasında kesinlikle hiçbir şey hissetmediğini ve numara yaptığını itiraf etmişti. Bu itirafı, kızın başladığı analiz ile bağlantılıydı çünkü psikiyatrik hastaneden çıktıktan sonra bir tedaviye başlamıştı. Bay R. bu itirafın ona çok kaygı veren bir soruyu da beraberinde getirdiğini söylüyordu: Bu kız nasıl doyacaktı? (Ne istiyorsun?). Şöyle diyordu: “Yamyamlık bu. Eğer ona verebildiğim bu şeyi istemiyorsa benden ne istiyor? Ve hiçbir şey, bu bile, onun bu ilişkiyi sonlandırmasına neden olmuyorsa, o zaman neler oluyor?”

İlk analiz deneyimi Bay R.’de, hikayesini yeniden oluşturma şeklinde etkisini gösteriyordu. Tamamen klasik bir analitik eğitime sahipti yani hikayesini –sanrısını oluşturuyor da denebilir- oedipal terimlerle yeniden oluşturuyordu: annesi, babası vs. Bu ilk tedavisi, annesine karşı persekütif bir sanrı geliştirmesine neden olmuştu; zaten gerçek hayatta da onunla ilişkileri aşırı derecede karmaşık ve çok zor bir hal almıştı, artık birbirlerini göremiyorlardı. Bay R. annesini göremiyordu çünkü eğer görürse kendisinin veya onun çok fazla tehlikede olduğunu hissediyordu. Onu tehlikeye sokmak veya onun kendisini tehlikeye sokması düşüncesi ile birlikte, bu ilişkide endişe verici bazı şeylerin geçebilecek olması onu görmesine engel oluyordu. Zamanını geçmişini araştırmakla, babasının ve annesinin ilişkilerini incelemekle, annesi için ne ifade ettiğini sorgulamakla ve bunun gibi konularla ilgilenerek geçirmeye başlamıştı. Tüm bu anlattıkları, anı kesitleriyle, bazı şeylerin söze dökülüvermesiyle veya çağrışımlarla kesinlikle desteklenmiyordu; söylediklerinin tamamen entellektüalize edilmiş ve rasyonelleştirilmiş bir yapısı vardı. Bu yapı yeterli derecede tutarlıydı ve analizde, bazı başka özel noktalar olmasa, ona neredeyse nevrotik bir tutum verecekti.

Her şeye rağmen, kendisinden zevk almadığını itiraf eden bu kadınla ilişkisinin sonrasında, onunla iki çocuk yapmakla kalmadı, onunla evlendi. İlk çocuğun doğumu onda çok keskin bir etki yarattı ve Bay R. altı ay hastanede yattı, bu son hastane deneyimiydi. Bana gelince, onu iki yıl sonra tekrar görmeye başladım ve ikinci çocuğu benim onu gördüğüm dönemde, tedavi sırasında doğdu. Şikayeti –ki aslında bu çok önemliydi- karısı ile ilişkisi ve onun analizi üzerinde odaklanıyordu. Karısı analizini bitirmiş ancak halen tedavisinin başlangıcında olduğu gibi cinsel açıdan soğuktu ve bundan şikayetçi değildi. Analisti, ki haklı olduğunu düşünüyorum, bazı şeyleri zorlamanın gereksiz olduğunu çünkü bu cinsel soğukluk ile yaşayabilmesinin yanı sıra, belki de bu soğukluğun onun yaşamasına olanak tanıdığını düşünmüştü. Bay R. içinse bu korkunç bir ıstıraptı, analizin başarısızlığının kanıtıydı. Ancak analizin tüm güçlülüğüne kesin olarak ikna olmuş biri olduğundan başarısız olan analiz olamazdı, demek ki karısının analistinin kötü niyeti söz konusuydu. O kendisinin çektiği acıyı anlamıyordu, ilerlemeyi ve bir kadın ile bir erkek arasındaki normal yaşamın gerekliliklerini yani ortak orgazmda ifade bulan mükemmel uyumu reddediyordu.

Karısının soğukluğunu öğrendiğinden beri cinsellik konusunda bir yıkım söz konusuydu: onunla çok nadir ilişkiye girebiliyor ve erken boşalıyordu. Yani bir anlamda bu ilişkideki imkansızlık ile karşılaştığında, işte o da iktidarsız hale gelmişti. İktidarsızlığı havale eden, imkansızlığı da tersine çeviren bir anlatım biçimiydi bu. Cinsel ilişki çok nadirdi ancak bununla birlikte iki çocuk yapmak için yeterince sıktı. Çok az birlikte oluyorlardı ama anlamadığı ve ona aşırı derecede kaygı veren şey karısının şikayet etmesiydi, yani aslında karısı ondan daha fazla cinsel ilişkide bulunmalarını talep ediyordu; yüzüstü bırakılmaktan şikayetçiydi dahası, artık kendine bakmaz olmuş, kendini bırakmıştı ve Bay R.’nin deyişiyle erotik değildi. Artık Bay R. onunla uygun şekilde cinsel ilişkiye giremiyordu.

Benimle olan tüm görüşmeleri, yıllarca bu mesele etrafında döndü. Sürekli olarak karısının orgazm olamayışından, soğukluğundan, kadınların doyuma ulaşması hakkında hiçbir şey anlamadığından şikayet ediyordu. Nasıl olur da karısı cinsel anlamda soğuk biri olup, orgazm olamazken aynı zamanda onunla cinsel ilişki kurmak isteyebilirdi? Ne istiyordu? (sorular şiddet yüklüydü…)

Beraber yaşıyorlardı, evliydiler, iki çocuk yetiştiriyorlardı. Her ikisi de özürlü kişilere yapılan para yardımı ile geçimlerini sağlıyorlardı ancak Bay R.’nin bir işi vardı, bu geçici ama yüksek kademede bir işti ve düzenli olarak gidiyordu.

İstediği bu olmadığına göre, benden ne istiyordu? Talep ettiği neydi? Bu sorular, o ilk arzu bulmacasını, ötekinin arzusu bulmacasını temsil ediyordu. Yakın zamanda, kuşkusuz tedavinin etkisiyle, bir olay oldu. Bir gün, karısıyla genellikle olduğundan çok daha sert bir biçimde kavga etmişler ve Bay R. ona el kaldırmış, sonra da dövmüştü. Bu çok uzun zamandır yapmadığı bir şeydi. Sonrasında da cinsel ilişkiye girmişler ve Bay R. tam bir doyum hissetmişti yani her şey iyi geçmiş, erken boşalmamış ve karısının zevk aldığı izlenimini edinmişti. Bu olay onu özellikle etkiledi ve onu ele geçiren bu şiddet duygusu ile duyduğu haz arasındaki bağı kendisi kurabildi.

*

Lacan’ın Joyce konusunu işlediği, semptom üzerine olan semineri psikozların kesin tedavisi ile ilgili kıymetli bilgiler içerir. 1958 makalesinin girişi veya uzantılarının bu yılların öğretisinde bulunduğunu belirtmek gerekir. Nevrozlu, Oedip sayesinde bir gerçeklik noktası, bir gerçeklik ucu oluşturmuştur; bu da konuşan ve araya giren Baba’nın Adı’dır; Oedip bir anlamda nevrozlunun sanrısıdır. Psikotik öznenin ise bir gerçeklik noktası olmadığından, bir şey oluşturma zorunluluğu olacaktır. Bütün bir dünyayı yeniden oluşturmak cinsiyet farklılığına anlam verir. Aslında amaç bir gerçeklik kurabilmek için bir gösteren, bir bulmaca noktası, bir sınır noktası oluşturmaktır: Bir gerçeklik noktasından hareketle bir şey oluşturmak. Bu tedaviyi benzersiz kılan özellik, Bay R’nin açıkça kadınsal doyuma, Öteki’nin doyumuna, kadın bulmacasına bağlı olarak bir şey oluşturmasıdır. Bu şey, onun kör noktası ve sorularının ana konusudur. Tüm seanslar, tekrarlayan sorular ile birlikte, bunun etrafında döner. Şüphesiz, hiçbir işleme çalışmasının (élaboration) söz konusu olmadığı da söylenemez. Sınırda da olsa ona -sanrılarını sona erdirme olanağını tanıyacak- yorumu durduranın ne olduğunu söyleyebildim ve o da bunu duyabildi: bu kör nokta, bu doyumların arasındaki simetrisizlik, bu kör nokta ile karşılaşma, bu gerçekliğin ucuydu bunu engelleyen. Bunu anlamasının nedeni ona bunu açıklamış olmamdan değil biraz önce bahsettiğim olaydan, dehşet verici, ölümcül doyumdan, kendisi için bir şey oluşturan o son deneyim esnasındaki dönüşten ileri geliyordu. Benimle persekütif nitelikte bir başlangıcı olmuşu: Kadınların nasıl ve ne ile doyuma ulaştığını, kadın doyumunun sırrını bildiğimden emindi. Ona göre, bunu ona söylemek istemememin nedeni ya tedaviyi uzatmak ve onun parasını almak ya da bu bilgimin onun üzerinde üstünlük kurmamı sağlamasından ötürü duyduğum zevk vs yüzündendi. Bir keresinde, benim de tıpkı herkes gibi bu konu hakkında hiçbir şey bilmediğimin farkına varabildi ve şöyle bir yorum yaptı: “ve bununla yaşayabiliyorsunuz!”. Demek ki derinde, oralarda bir yerde, kendini bir proto-oedip, bir protez oedip gibi sunan bir şey var: bir başkası ile ilişkide, arzu bilmecesinin taşıyıcısı olan Öteki’nin gerçekliğinden hareketle, bir öteki-benliği (alter-ego) yeniden oluşturmak; başka bir deyişle, gerçeklik ucu gibi bir şey oluşturmak. İşte bulmacanın, kendisi, özne ve Öteki’nin doyumu meselesi arasında bir nevi mesafe oluşturduğu yer burasıdır. Hiç kuşkusuz, burada söz konusu olan nevrotik bir semptom değildir – her ne kadar bu semptom nevrozda gerçekten o işlevi görse de. Başka bir deyişle, bu birincil doyumu sınırlayan, ekran işlevi gören ve bu doyumu, bir bulmaca gibi oluşturulacak şeye doğru, yönlendirmeye olanak tanıyan bir şeyi inşa etmektir söz konusu olan. Öznenin ona artık kendisini hemen, kendiliğinden sunmadığı bir şeye doğru…