Patrick Miller Çeviren:Burçin Alsancak Sönmez

İstanbul ile ilgili en eski anım çocukluğuma dek uzanıyor. Büyükannem, büyükbabam ve beni Odessa’ya doğru götüren gemi iki gün için bazılarının hala Constantinople olarak adlandırdığı İstanbul’da durmuştu. O dönemden hayalimde olan tasarımlar, 1001 gece masallarındakilerden, Tintin Bizansta’kinden ve ikonoklastlar ile ikonodüller arasındaki çatışmalardan daha zengindi.Çocukluk ve de ergenlik öncesi heyecanım içinde vezirlerin renkli ve kokulu odalıklarının dünyasına dalıyordum.Birçok insanın fransızca konuştuğu canlı ve gürültülü,neredeyse kaotik, gri ve çok üzgün bir şehir hatırlıyorum.

Güçlü ve ağır başlı olsa da bana iç karartıcı gelen bir binanın içinde kendimi kaybolmuş bir şekilde hissettiğimi hatırlıyorum. Kendi kendime nasıl olup da bu binanın aynı anda hem bir cami hem de bir kilise olduğunu soruyorum. Çıplak ayaklarımın altındaki sık dokunmuş halının rahatlatıcı kalınlığını ve bizimle aynı gemide olup büyükannemin deyimiyle tepeden tırnağa parfüm kokusu içinde olduğu için gözümüz kapalı olsa da izini takip edebileceğimiz kadını hatırlıyorum. Bu son sahne o dönemde Ayasofya’dan daha güzel olduğunu düşündüğüm Sultanahmet Camisine aitti. Bu isim, bu kubbe ve mavi zamana bağlanmış minareler ile Guerlain marka parfüm, gittikçe büyüyen son ayla yıldızlanan gökyüzünde oluşturduğum özel manzaraya uygun düşüyordu.

Yıllardan 1960 yılıydı. Ben Asya’ya yani başka bir kıtaya ayak basmaktan dolayı hem mutlu hem de gururluydum. Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’de adlandırdığı gibi eski hisarların olduğu Avrupa’yı terk etmediğimi fark etmek bile beni düş kırıklığına uğratmamıştı. Bu şiirin bazı dizelerini okumak istememenin nedeni ise psikanalitik yolculuğun ve bentlerin yıkılma tehdidinin bu nehirin iniş yolu gibi olmasıdır: mantıksal düşüncenin kıyısı ve dilin sanrısal sınırları arasında dilin ihtişamına taşınma:

Ölü sularından iniyordum nehirlerin, Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış, (…)

Denize bir kasırga ile açıldı gözlerim (…)

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan daha tatlıydı Çam tekneme işleyen sular (…)

O zaman gömüldüm artık denizin şi’rine (…)

İnsanın gördüğünü sandığını gördüğüm demler oldu (…)

Işıl ışıl karlı yeşil geceyi hayal ettim (…)

İşte ben o yosunlu koylarda kaybolmuş gemi, Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine (…)

Mavi dünyaların serserisi, Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın

İki kıta arasında, birçok uygarlığın sınırlarında, tortulaşmış katmanların ve teolojik karşılaşmaların hikayelerindeki yoğun çatışma mekanı. Daha şimdiden öznenin kalbine geldik. İstanbul’a ilk gelişimde olan ruhsal olayların kronolojisine geçmeden önce zaman içinde bir atlayış yaparak şu anda geçmişten daha uzakta olan bir geleceğe doğru giderek ben ve ben olmayanın sınırlarındaki dalgalanmada ve bilinçli durumların değişmesinde zamana bağlı olmama özelliğine sahip bir olayı ele almak istiyorum. Zaman zaman, psikanalistin çalışmasındaki temel kural olan dalgalanan bir dikkatle yapılan psikanalitik dinlemede ruhsal hayatın üç özelliği ortaya konulabilir.

On beş yıl sonra 1975 yılında yeniden İstanbul’a geldiğimde ikinci psikanalizim devam etmekteydi. Kısa bir süre Lacan’a hayranlığım olmuştu, Piera Aulagnier’in ‘’Yorumun Şiddeti’’ adlı kitabı daha yeni yayınlamıştı ve ben yüzleşme tartışmalarını izliyordum. Bu tartışmaların yapıldığı yer Rene Major’un oluşturduğu bir yer olup 1953,1963 ve 1969 yıllarında olan 3 ayrılma sonrasında birbirleri ile artık konuşmasalar da birbirine yakın olmaya devam eden kişilerin karşılaşma yeri idi. İstanbul ile ilgili başka bir anıdan daha bahsetmek istiyorum. Bu Akropol ile ilgili bir bellek kaybı değildi. Bu Topkapı’nın duvarlarının içinde yaşanan içsel mekan karışıklığıydı. Aklımda kaldığı şekilde sizlere aktarmak için yazmaya başladığımda ise bir rüya anlatısı şeklinde yazdığımın farkına vardım.

‘’Büyük bir kapıdan geçerek sarayın duvarlarından içeriye süzülüyorum. Bu kapıyı geçer geçmez sola doğru yöneliyor ve yıkılmış kısımlardan oluşan ve yapılış amacına göre kullanılmayan kilisenin sahınına doğru yürüyorum. Vitrayı olmayan silmelerin girişindeki çatıların damlarının bazı bölümlerinin çökmüş olduğunu fark ediyorum. Hayranlıkla gökyüzüne doğru uzanan damarlı direklerin sağlamlığını izliyorum. Kapıları kaybolmuş taş pervazdan başka bir şeyi olmayan yan Girişten içeri girerek sahına doğru birkaç adım atıyorum. Yalnızım. Hava çok güzel. Kuş sesleri bu yeri daha da dingin ve sessiz bir hale getiriyor.Bir anda tanımlaması çok zor bir yabancılık hissediyorum.İç mekanım aniden büyürmüş gibi oluyor, yükseldiğimi ve dalgalandığımı hissediyorum,zaman duruyor.Etrafımı çevirenlerin hepsi ile uyum içinde ve özgür olduğumu hissediyorum’’

Aynı depersonalizasyon dönemindeki olabileceği gibi gerçeklikle ya da kendi bedenimle olan ilişkiyi kaybetme kaygısı içinde değildim.Güçlü bir estetik duygu mu ?Mistik bir anı mı ? benin orgazmı mı ?Benim için bu an,en azından içsel algının ve içsel mekanın büyümesi hissinin beklenmedik bir şekilde olan değişiklikle nitelendirilmesi idi.Bu his zamansal olmayan bir sürenin deneyimlenmesindeki gibi iç ve dış arasındaki geçirgenliği zorlayan,dış dünyaya,çevreye olan algısal yatırımı,düşünceleri ve duygulanımları güçlendiren bir histi.

Tekrardan Rusya’ya yaptığım yolculuk sonrasında İstanbul’a olan ilk ziyaretime dönersek,bilgi tutkumun sarsıntıya uğraması ergenliğimin başında güney açıları ile ilgili araştırmalara başladığımda olmuştu. Annemin kütüphanesini karıştırırken Profesör Freud’un günlük yaşamın psikopatolojisi adındaki eseri ile karşılaştım. Coşkulu bir şekilde kitabın içindekiler kısmındaki anahtar kelimelerine göre göz gezdirdikten sonra anneme Profesör Freud’un adresini biliyorsa kendisi ile tanışmak istediğimi söyledim. Annem onun uzun bir zaman önce öldüğünü söylediğinde hissettiğim korkunç duyguyu ancak daha sonraları hatırlayabildim. Freud ile ilgili daha fazla şey anlatması için annemi zorladığımda annem bana Viyanalı bu doktorun insan ruhsallığı ile ilgili devrim yaratan ve tartışma konusu olan teorileri olduğunu ve tüm hayatı boyunca fikirlerini kabul ettirmek için çabalamak zorunda kaldığını anlatarak o ‘’insanlık tarihindeki dehalardan biridir’’ dedi.

‘’Büyük adamım’’ ile karşılaşmıştım. Cinselliğin kaygı yaratan gizemleri ile ilgili olarak bulmak istediğim çabuk cevapların yerine insanın kendisini ve ötekilerini anlamasının sınırlarını genişletmesine yarayacak bir düşünce bulmuştum. Düşüncelerimizin, arzularımızın ve davranışlarımızın çoğunun bilinçli olarak bildiklerimizden kaçan mekanizmalar tarafından belirlendiği fikrini formüle ediş şeklim farklı da olsa bu fikir bana oldukça tanıdık gelmişti. Ama özellikle kaygının, karışıklığın, yabancılık hissinin, deneyimlediğimiz kaosun anlamlı ve anlaşılır olmasını aklımda tutmuştum.

Bilinçdışında ve mantık dışı olarak gözüken belirtilerde bir anlayış ve bir mantık vardı. Her birey kendi değişikliklerinin zanaatçısı olabilirdi.

Her bireyin kendi kaderinden sorumlu olabileceği fikri bilinçdışı süreçlerin olası bir anlaşılırlık kavramı ile birlikte gider gibi gözüküyordu. Bu durum psikanalitik süreç açısında sık sık karşımıza çıkan paradokslardan biridir. Kör bir talihin kurbanları olduğumuzu ve herhangi bir ruhsal değişiklik olasılığını göz önüne getiremediğimizi düşünme arzusu bu kaderden kısmen de olsa sorumlu olduğumuzu düşünme gerekliliği.

İşte bu yüzden teori yeterli değildir. Güvendiğimiz bir ilişkiden ve bir bağdan ötekine geçmek gerekmektedir. O dönemde görmezden geldiğim Freud’un formülüne göre bu bağın doğasının gerçek hayata ait olmadığını düşündürten özel bir niteliği vardı.

Psikanalitik tedavini düzenlenişini bilmeme rağmen bu düzenleme her insanın ruhsallığında olan temel bir ihtiyaca tekabül eden ama hiç formüle edilmemiş bir bekleyişe cevap verdiği için belki de hiçbir zaman gerçekten bilmediğim bir şeydi. Fizyolojik ihtiyaçlar nasıl organizmanın gelişimi için gerekliyse bu da ruhsal gelişim için gerekli temel bir ihtiyaçtır. O dönemde kendi kendime bunu doğruluk ve anlama ihtiyacı olarak tanımlayarak psikanalitik tedaviyi tek işi anlamak olan ve ebeveynlerin tersine arzularının, kaygılarının müdahale etmediği bir yetişkine her şeyin söylenebildiği bir mekân olarak görüyordum. Yıllar sonra ise ise psikanalitik pratikle ilgili teorinin işlenmesi ve psikanalistin ruhsal çalışmasının meta psikolojisi bazı şeyleri daha karmaşık bir şekilde söylememi sağladı. Ancak o döneme ait temel tasarımım psikanalistin çalışmasında esas olanın bilimsel ve etik bir konum olduğu (benim için bu ikisi birbirinden ayrılamaz) idi. Yani psikanalistin kendi arzularının bilimsel bir araç gibi kendi öznelliğini kullanmaya çalıştığı bilgi tutkusu projesinde daha ağır basarak gerçekleşmek için bir yol bulmasına izin vermemek.

Her psikanalitik tedavide psikanalistin çocuk cinselliği harekete geçer. Bu durum kaçınılmaz ve gereklidir. Bu durumun kendisini göstermesi psikanalistin içsel çerçevesine gönderme yapanların belirlenerek işlenebilmesi sonucunda analitik sürece pozitif bir katkıda bulunur. Ya da bu belirleme ve geçiş çalışması, içsel çerçevenin eleğinden geçerek hareketle boşalım yolunu askıya alarak olanaksız kılar ve analitik sürece zarar verir. İşte o zaman travma yaratan uyarılma dürtüleri ruhsal dönüşümün yerine geçer.

Ne kadar istesek de psikanalistin arzusunun belirlenebileceğini düşünmüyorum.’’Psikanalist olmak istiyorum’’ şeklinde ifade edilen temsillerin altında çeşitli ve karmaşık dürtüsel kaynaklar yer alır.Freud’un cinsel merağın bilgi tutkusunun libidinal temeli olduğu fikrini takip ettiğimizde psikanalist olma ‘’arzusuna’’önemli bir katkısı olduğunu görmek bizi şaşırtmayacaktır.Ancak bunu özellikle belirtmek de yeterli olmayacaktır.Düşünsel her eğilim az çok ketlenmiş olan çocuk cinselliğindeki arayışlardan kaynağını alan bir bilgi tutkusu üzerine dayanır. Bilgi tutkusu aynı yüceltme biçimi gibi dürtülerin olası kaderlerinin bir kısmını oluşturmaktadır. Kısmi ve pregenital dürtüsel hareketlerin yoğunluğu ‘’ amaca yönelik ketlenme’’ olarak adlandırdığımız düşüncenin başarısına katkıda bulunabilir. Bilme ve içgörü arzusundaki görme dürtüleri; düşüncenin keskinliği ve kesinliğindeki oral sadik dürtüler, düşüncelerin içeriğindeki ayrımlaştırmanın inceliğindeki, kategorileştirmelerdeki, biçim ve içerik oyunlarındaki anal sadik dürtüler ve kavramsal bir engeli çözmede ya da düşünce alanında olabildiğince ileriye giderek maceraya atılmaktaki üretral sadik dürtüler. Ödipal rekabetin kazançları araştırma nesnesini ele geçirmek için gerekli olan düşüncenin doğurganlığını kolaylaştırır ya da yok eder. Çocuk cinselliği ile ilgili teorilerin bulunmasındaki zenginlik ve özgürlük teorik hipotezlerin oluşturulmasında yer almıştır. Tüm bunlar psikanalizinde içinde olduğu diğer tüm araştırma yöntemlerinde de doğrulanır. Psikanalizle ilgili en büyük fark ise zihnin dürtüsel hayatta yer alan bu yapıları kullanma şeklidir. Özne psikanalist ilişkisinin sürdürülmesini sağlayan ise hem çalışmasının hem de gözlemleri ile dürtüsel hayatta gösterilenlerin bu çalışmanın bütünleyici bir kısmı olmasıdır.

Formasyonda olan bir psikanalist bir hastasının anlatısından bahsediyor. Serbest çağrışımları sırasında babasının kanser olduğunun meydana çıktığını ve babasının dayanılması zor olan tedavilere başlaması gerektiğinden bahsediyor. Psikanalist üzgün olduğunu söylemek ve babasının klinik durumu ile daha ayrıntılı bilgiler istemek için araya giriyor. Psikanalistin acıma duygusu ile ilgili olan bu müdahalesindeki fırsatçılıkla ilgili konuştuğumuzda ise psikanalistin dış gerçekliğe ait bir hatırlatma yaparak çağrışım zincirini durdurduğunu ve bunun sonucunda da hastanın protesto eder bir şekilde bağırarak ‘’Ama ben sonuç olarak duyarsız biri değilim’’ demesini engelleyemediğini konuşuyoruz.

Psikanalist olmak için gerekli niteliklerin bir kısmını oluşturanın duyarlılık ve hatta yoğun bir duyarlılık olduğunu inkar edemeyiz. Psikanalitik yöntemin kullanılması, psikanalistin duyarsız, düşmanca, soğuk ya da mesafeli olmasını gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine hastasının anlattığı malzemeyi dinlerken hastanın tam da onun insani olmadığını düşündüğü anda psikanalist hissettiği pozitif duyguları boşaltmayıp bunların hastasının iç dünyasındaki bazı özellikleri aydınlatabilecek bir anlayışa ne şekilde bağlayabileceğini anlamaya çalışmalıdır. İşte buna psikanalistin tarafsızlığı ve yoksunluğu adı verilir. Duyarlı bir kalp için nasıl bir şeydir bu! Duyarlı bir kalp neden psikanalist olmak isteyerek öylesi bir sınama ile karşı karşıya kalmak ister? Cevabın masoşizm, onarma ve fedakarlık gibi nevrotik acının ikincil kazançlarından geçmediğini siz zaten biliyorsunuz.

İlk psikanalizden geçtiğim altmışlı yıllarda kimin söylediği bilinmese de sık sık tekrarlandığını duyduğum bir cümleye karşı çok duyarlıydım: ‘’Hastasının iyiliğini isteyen psikanalistin en iyi yaptığı şey hastasının kötü rüya görmesini sağlamaktır’’Bu cümle doğru, ancak doğru olduğu kadar da potansiyel olarak tehlikeli bir cümledir. Daha farklı bir şekilde anlaşılarak cümle ‘’ psikanalist olmak için hastanın kötülüğünü istemek gerekir’’şeklinde bitirilebilir.

Psikanalizde neredeyse tipik olarak adlandırabileceğimiz bir direnç biçimi ile sık sık karşı karşıya kalabiliriz. Bazı hastalar sanki psikanaliz için yaratılmış gibidirler, temel kurala çok rahat boyun eğerler ve çerçeveye saygı duyarlar. Ancak bu hastaların psikanalistin yorumlarını kabul etmekte çok zorlandığı anlaşılır. Açık bir eleştiriden yadsıma ve inkara (sanki psikanalist hiç bir şey söylemedi gibi davranmak ya da psikanaliste hastanın kendi başına bulduğu şeyi tekrarlamaktan başka bir şey yapmadığını söylemek) kadar farklı biçimler alan bu reddetme hastanın aynı zamanda hem psikanalist hem de analizan olmak istediği bir ortam oluşturması ile sonuçlanır.

Terk edilme ve bağımlılık anksiyetesi ile edilgenlik karşısında yaşanan anksiyeteye bağlı olarak ortaya çıkan kastrasyon anksiyetesinden kaçınmak için aktarım nesnesini felce uğratıp onu güçsüz kılmak amaçlanır. Bu direncin maskelediği kastrasyon anksiyetesi ile birincil bağımlılık anksiyetesinin üstesinden gelinebildiğinde birincil hasetin çekirdeğine ulaşılabilinir:Psikanalistin besleyici niteliklerini kabul etmektense ( psikanalistin yorumlarını almamak) açlıktan ölmeyi tercih etmek.

Bu direncin aşınması için psikanalistin hem çok sabırlı olması hem de karşı aktarımındaki rekabet ve zorlama içinde meydan okurcasına cevap verme eğilimine teslim olmaması için belirli bir kapasitesi olması gerekmektedir. Bazen, işte bu klinik içerik içinde psikanalitik sürece dahil olma direnci gibi beliren psikanalist olma arzusu temel anksiyetelerin, birincil nesne ile ayrılma ile bağlantılı olan nefret ve tüm güçlülüğün yas sürecinin işlenmesinde yaşanan ruhsal acıları içerir.

Bu klinik içerikte beliren psikanalist olma ‘’arzusunun direncin bir bileşeni gibi değil, gelecekte psikanalist olacak kişinin hastaları ve psikanalizin iletiminde her güney açısı için zararlı olabilecek psikanalizle ilgili nefret üzerinde dayanacağını hayal edebiliriz.

İşte bu yüzden psikanalist olma arzusunun negatif ve yıkıcı bir yüzü de olabilir. Ruhsal değişim için yararlı olabilecek ve pratikte bunlara ulaşmayı sağlayarak işlemeye devam edilmesi için gerekli olan şartları iletme arzusu yerine psikanalist olma arzusu psikanalitik bağla ilgili tüm belirgin özelliklere karşı duyulan nefret hissi ve psikanalizin yıkıcı bir şekilde iletilmesi ile sonuçlanır.

Formasyonda olan psikanalistin psikanalizle ilgili olarak yaşadığı negatif aktarımla yıkıcılığın işlenmemiş özellikleri, ilk psikanaliz vakasının süpevizyonu sırasında semptom şeklinde ortaya çıkar. Psikanalize aktarılan negatif yıkıcılık kısmı esasında adayın bireysel analizinde işleyemediği negatif aktarımının görünüşü ile ilgilidir. Uzun bir zaman önce olan bir süpervizyondan bahsetmek istiyorum. Bu süpervizyonda adayın psikanalizde olmaması nedeni ile ortaya çıkan sorunları dile getirmeye çalışacağım.

Benden süpervizyon almak istediğini söyleyen kişinin IPA tarafından belirlenen kurallara, çerçevenin kriterlerine, yönteme saygı duymayan bir psikanalistle uzun (sekiz yıllık) bir psikanaliz deneyimi olmuştu. O dönemde bu kişi çok başarılı eğitim hayatı sonucunda psikanalizle hiç ilgisi olmayan bir işe girmiş ve iyi bir kariyer yapmıştı. Psikanalizi sırasında psikanalist olmaya karar vererek üniversitenin psikoloji bölümüne girmişti. Daha o dönemlerde bile ilk psikanalizindeki koşullarla ilgili olumsuz düşünceleri vardı. Klinik psikolog olduktan birkaç yıl sonra haftada üç gün, belirli saatlerde, uzun seanslarla ona güven veren bir çerçeve içindeki psikanalize başladı. Bu psikanalizi de yedi ya da sekiz yıl sürdü.

Süpervizyon çalışması sırasında aynı sorunlar tekrarlanmaya başladı: hastalarına psikanalizi önermede yaşanan zorluklar, bu zorlukları sosyo ekonomik koşullarla açıklayarak akla uygun hale getirme çabası, çerçeveye ait öğeleri açıklamak ve bunları sürdürmekle ilgili zorluklar, özellikle gelinmeyen seansların ödenmesinde yaşanan zorluklar ve psikanalizin sık sık kesilmesi: iki yıl boyunca dört psikanaliz.Ona hastalarını psikanaliz çalışması içine girmelerini engellemek istiyormuş gibi davrandığı hissine kapıldığımı söyledim.Onun için psikanaliz hastalarını korumak istediği bir tehlikeyi temsil ediyordu. Paralel olarak da benle ilgili bir düşmanlık hissinin gittikçe arttığını fark ediyor ve bu durumda psikanalizi sırasında işlenmemiş negatif aktarımların süpervizyon ilişkisi içinde yeniden ortaya çıktığını düşünmeme yol açıyordu. En sonunda bu kişiye süpervizyon çalışmasının parazit gibi olan saldırgan hareketler tarafından engellendiğini,bu içerik içinde bu hareketlerin kabul edilemeyeceğini ve tüm bunları bu çerçeve içinde ele alınamayacağını ifade ettim.Ona bunu söylediğimde süpervizyonuna ara verme olasılığından bahsediyordum.Ondan önlemini alamadığı ve her anlamı ile yer değiştirmiş olarak görünen bu düşmanlık hisleri ile ilgili olarak düşünmesini istedim.

Sonraki haftada geri geldiğinde ise tamamen alt üst olmuş gibiydi. Hıçkıra hıçkıra tamamen bastırdığı bir anıyı hatırladığını ifade etti. İlk psikanalizi sırasında en yakın arkadaşı bir konsültasyon için psikanalistine gidip gidemeyeceğini sormuştu. İstemeyerek de olsa psikanalistinin numarasını arkadaşına vermiş ve psikanalisti de arkadaşı ile psikanalize başlamıştı. Altı ay sonra arkadaşı intihar etmişti.Kendisi ise hiçbir şey olmamış gibi psikanalizine devam etmişti.Düşünceleri ve duygulanımları ile ilgili tüm bu olaylar bilinç alanında gözden kaybolmuştu.Tüm bunlar özellikle psikanalist olma arzusunda aktif olmaya devam etmiş ve psikanalist olma kararı şu şekilde ortaya çımıştır: psikanalist olmak istememin nedeni arkadaşımın divanda benim yerimi almasını engellemek ve öldürücü nefretimden onu korumak, psikanalist olmak istiyorum çünkü psikanaliz öldürücü, psikanalistimle tüm güçlü özdeşleşim kurarak tüm dünyayı psikanalizin zararlarından koruyabilirim.

Psikanalizin tehlikeli olabileceği tasarımı gündelik hayatın içinde yer aldığı için dikkat etmemiz gereken bir tasarımdır. Psikanaliz var olduğundan beri kültürümüzün içinden geçen söylemleri ortaya çıkarma alışkanlığımız vardır: bunlar psikanalistlerin o dönemdeki diğer bilimsel yöntemlerle sürdürebilecekleri ve sürdürmeleri gereken diyalogların bir kısmını oluşturur. Psikanalize yöneltilen her sorunun ille de saldırılardan oluşması gerekmez.

Ancak psikanalizle ilgili bu negatif temsilin bu noktada bazı psikanalistlerin kendileri tarafından da içselleştirilerek belirlenmesinin zor olduğunu ve psikanalistlerin nesillerin akışı boyunca psikanaliz pratiği ile ilgili tehlikeli sonuçları yol açabileceğini düşünebiliriz.

Daha kesin bir şekilde belirlemek gerekirse, nesiller boyunca psikanalizin ve psikanalizin iletimi için kullanılan yöntemdeki tasarımların soy ağacı ile ilgili özelliklerinden bahsediyorum. Bu bizi önemli bir soru ile karşı karşıya bırakıyor: psikanaliz düşüncesinde, hem teoride hem de tedavide ilerlemeyi sağlayacak yenilikçi gelişimlerde bir ilerleme var mı? Düşüncede ilerleme kavramı ile gelecekte psikanalist olacak kişinin bireysel psikanalizi ve psikanalist olma arzusu arasındaki belirgin ilişki nedir?

Ferenczi, Melanie Klein, Winnicott, Bion ve Lacan gibi psikanalizde önemli fikirlerin gelişimine katkıda bulunmuş yazarların her biri kişisel psikanalizlerinde ve kişisel formasyonlarında karşılaştıkları sınırlamalardan hareket ederek teoriyi ve tekniği yeniden düşünmemizi sağlamışlardır. Hangi sınırlamalardan bahsediyoruz? Öncelikle her psikanalizde sıradan olan, psikanalistin analizanı öznel bir şekilde dinlemesidir. Ancak bu sınırlamanın yalnızca öznel olması ile yetinemeyiz. Bu sınırlama aynı zamanda henüz düşünülmemiş bir teori bölgesine tekabül eder. Teorideki işleme hatası pratikte psikanalitik süreç için gerekli olan bazı potansiyel işlemelerin gelişimini engeller. Karşı aktarım ve teorileştirmenin zorlukla ayırt edilebildiği bir bölge söz konusudur.

Bu perspektif içinde psikanalist olma arzusu, kişinin kendisi için işlenmemiş olanı, hastaları için işlemek üzere sınırlamaları zorlama isteği ile ilgilidir.

Bu fikrimi anlatmak için çok kısa ve öz bir anlatımı olduğu düşünülen Melanie Klein ile ilgili bazı soruları ele almak istiyorum. Melanie Klein iki kere psikanalizden geçmişti. Birincisi Budapeşte’de Sandor Ferenczi ile ikincisi de psikanaliz ve özellikle de öncülerinden olduğu çocuk psikanalizi yaptığı Berlin’de Karl Abraham ile olmuştu. Ferenczi ile olan psikanalizindeki iki özellikten bahsetmek istiyorum: bu psikanalizi sırasında M.Klein Abraham’ın da cesaretlendirmesi sonucunda kendi çocuklarını psikanalize almıştır.İlk hastası olan oğlu Erich için Fritz ismini kullanmıştır. Diğer taraftan Melanie Klein’ın psikanalize başlamasının nedeni annesinin ölümü sonrasında şiddetlenen yoğun bir depresyon durumu içinde olması idi ( Phyllis Grosskurth,sf.102).Freud’un geç olsa da biten analiz, bitmeyen analiz adındaki makalesinde sık sık gündeme getirdiği soruların başlangıç noktasını Ferenczi dışındaki başka bir hastasının negatif aktarımını analiz etmediği için Freud’un hatasını yüzüne vurması oluşturuyordu. Benim hipotezime göre Freud özellikle Ferenczi’nin anne aktarımındaki düşmanca ve negatif özellikleri analiz etmede zorluk yaşamıştı.. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi Freud’un aktarımda anne olmayı sevmemesinin nedeni tamamıyla erkek hissetmesi yüzündendi. Öte yandan ona göre ikilemin olmadığı tek ilişki anne ve oğlu arasındaki ilişki idi. Ne anne oğlu için ne de oğlu annesi için nefret duyguları yaşayamazdı. Melanie Klein’ın durumunda olduğu gibi manik depresif bir sorunsalın içinde düşmanca aktarımın farklı özelliklerini içeren bilinçdışı nefreti işlemeden analiz yapmak zordur. İşte Melanie Klein’ın Ferenczi ile olan analizi ile ilgili olarak yazdıkları: ‘’O dönemdeki teknik şu andaki teknikten çok farklıydı ve negatif aktarıma ulaşılamıyordu. Çok yoğun bir pozitif aktarımım söz konusu idi ve bu aktarımın çalışmada başarılı olmak için yeterli olmadığını bilsek de yarattığı etkiyi küçümsememek gerekirdi.’’

Melanie Klein Ferenczi’yi ve Budapeşte’yi terk ettiğinde alkol problemine değinilmemişti. Karl Abraham’a yönelmesinin nedeni ise Abraham’ın manik depresif bozukluklarda birincil oralite ve sadizmin yeri ile ilgili olarak yaptığı çalışmalardı. Bu anlamda onun negatif aktarımı analiz etmekte zorlanmadığını söyleyebiliriz.Bu arada olayları öğrendiğimizde çok şaşırıyoruz:

‘’1946 yılında Dr.Rosenfeld Melanie Klein ile yaptığı psikanaliz sırasında Melanie Klein Rosenfeld’den ‘’şizoid üzerine bazı mekanizmalar’’ adındaki ünlü makalesinden sonra Rosenfeld’in yazdığı’’ depersonalizasyonu olan bir şizofreni vakasının psikanalizi’’ adındaki makalesinin basılmasını geciktirmesini istemiştir. Bu ricasını ona ilettiğinde Abraham ile analizi sırasında kendi bulduklarını yayınlamadan önce M.Klein’in bunları kullanmasını istemediği için korku ile ilgili yorumlarını yapmaktan kaçındığını ifade etmişti.(Grosskurth,sf.156)

Abraham analite alanında uzman olan birisi olsa da anal-sadik tutması bu davranışını açıklamak için yeterli miydi? Birincil haset kavramının M.Klein’den başka bir yazar tarafından eklenmesi de enteresan değil miydi? Freud’un bilmezlikten geldiği bir kıta olan bebek ve çocuk arasındaki erken dönem ilişkilerini, hem kliniğinde hem de teorilerinde araştıran Melanie Klein idi. Psikanalistinin Melanie Klein’in ruhsal örgütlenmesinin temel bir özelliğini işlememesi Klein’in teorik yapısının ve psikanalitik tekniğinin açılı taşlardan oluşmasına yol açmıştı.Freud teorik yapısını baba ile ilgili kompleks ve göçebe toplumlarda babanın öldürülerek esasında anneyi hedef alan ve hatta anneden gelen birincil yıkıcılığın gölgede bırakılması üzerine kurmuştu.Freud’un eseri babanın öldürülmesini, Melanie Klein’ın ki de sık sık görünen annenin öldürülmesini temel almıştı.

Melanie Klein’ın Abraham ile psikanalizi Abraham’ın ani ölümü ile kesilene kadar yaklaşık iki yıl sürmüş ve ona büyük katkılarda bulunmuştu. Psikanalistin ölümü ile sona eren psikanalizin gerçeklik ve fantazmlar arasındaki korkunç çatışmaları sonunda ortaya çıkan travmatik sonuçları hayal edebiliriz. Psikanalize devam edecek miydi? Eseri ona bu özel gücü ve boyutu verebilecek miydi?

Psikanalizini bitirmemek için psikanalist olmaya karar verdiğini söylemek çok sıradan olurdu. Bu doğru olsaydı en iyi durumda psikanaliz tecrübesi arzusunun durmayacağını söyleyebiliriz. Başlangıçta sizlere psikanalizin ‘’ sanki gerçek hayatta var olmamış gibi’’ öteki insanla olan ilişki deneyimini temel aldığını ifade etmiştim. Psikanalist olmayı istemenin,psikanaliz içinde bulunan ve bazen, hatta daha sıklıkla psikanalizin içinde bulunmayan bu ilişkinin yasını tutmayı istememek olduğunu düşünüyorum.

Psikanalist olmak tamamen özel ve kişisel olan bireysel analiz sırasında bu ilişkiden geçerek topluma açık bir ortamda bu arzunun gösterilerek gerçeklik ilkesi içine girmesini sağlamaktır. Bu sınama da psikanalitik formasyon olarak adlandırılır. Psikanalitik formasyon sırasında analizan konumunda olduğumuzdan beri hayal etmemizi zorlaştıran şeyleri yani bu ilişkinin etki altına alma, köleleştirme ve yabancılaştırma dürtüleri dışında saki gerçek hayatta var olmamışçasına var olabilmesini ve bunu sürdürebilmesini sağlayan şartları olduğu gibi koruyabilmek için gerekli olan aşırılığı keşfetmeye başlarız. Bu iç çerçeve adı verilen şeyin oluşturulmasıdır. Psikanalistin yüceltmenin lehine sürekli olarak eylemden vazgeçme şeklindeki bir içsel çalışmayı yerine getirmesini gerektirdiği için kolay bir iş değildir. Tehlike ve riskler Freud’un ‘’Uygarlığın huzursuzluğu’’adındaki makalesinde yazdığı uygarlığın barbarlaşması riski ile aynı risklerdir. Bizi koruyacak olan ise paradoks bir zevktir: yoksunluk gibi pahalıya mal olan bir durum sayesinde kaçınılan felaketleri düşünmek ve aktarım bağının çözülmesi ile hastalarımızın kader tarafından değiştirilmiş bir hayatı yeniden ele almaları. Konuşmama şiir ile başladım görsel sanatlar ile bitirmek istiyorum. Dilden arda kalan izlerle çizilmiş bir görsel sanat.

Geçen yaz New York’ta iken Louise Bourgeois sergisini görmek için Guggenheim müzesine gitmiştim.Tırmanmayı tercih ettiğim bu geniş spiralin içindeki grafik sanatı ile yapılmış bir eserin tam ortasındaki bir cümle dikkatimi çekti.İstanbul’daki karşılaşmamız için yazacağım metni düşünürek bu cümleyi not almak istedim. Ancak yanımda ne kağıt ne de kalem vardı.Cümleyi ezberledikten sonra yine de bir kağıda yazmanın daha iyi olacağına karar vererek müzenin üst katında olan ve müze ile ilgili şeylerin satıldığı mağazaya gittim.’’Cumul’’ adında mermer ve tahtadan yapılmış bir heykel fotoğrafının olduğu bir kart postal satın aldım.Böylece sizlere söylemek istediğim cümleyi yazabileceğim küçük bir kağıdım olmuştu.Plastik bir kutunun içinde olan üçlü bir kurşun kalem seti aldım. Kendimden memnun bir şekilde tablonun olduğu yere geri geldiğimde kurşun kalemlerin uçlarının açılmamış olduğunu fark ettim. Depresif bir kızgınlık hissi içinde tekrardan müzenin en üst katına çıktım. Orada bana kalemtıraşların yalnızca müzenin girişindeki mağazada satıldığını söylediler.Asansörle aşağıya indim.Kuyruğa girdim ve kasiyer kalemlerimden bir tanesinin ucunu açmayı kabul etti.Tekrardan asansöre binerek spirale doğru tırmanmaya başladım.Tablonun önünde durarak yazmaya başladım:

‘’Önemli olan Motivasyonumun nereden geldiği değil, nasıl olup da hala hayatta kalabildiğidir. Önemli olan motivasyonumun geliş yeri değil nasıl hayatta kalmayı başardığıdır.

Patrick Miller
Çeviren:Burçin Alsancak Sönmez

İstanbul ile ilgili en eski anım çocukluğuma dek uzanıyor. Büyükannem, büyükbabam ve beni Odessa’ya doğru götüren gemi iki gün için bazılarının hala Constantinople olarak adlandırdığı İstanbul’da durmuştu. O dönemden hayalimde olan tasarımlar, 1001 gece masallarındakilerden, Tintin Bizansta’kinden ve ikonoklastlar ile ikonodüller arasındaki çatışmalardan daha zengindi.Çocukluk ve de ergenlik öncesi heyecanım içinde vezirlerin renkli ve kokulu odalıklarının dünyasına dalıyordum.Birçok insanın fransızca konuştuğu canlı ve gürültülü,neredeyse kaotik, gri ve çok üzgün bir şehir hatırlıyorum.

Güçlü ve ağır başlı olsa da bana iç karartıcı gelen bir binanın içinde kendimi kaybolmuş bir şekilde hissettiğimi hatırlıyorum. Kendi kendime nasıl olup da bu binanın aynı anda hem bir cami hem de bir kilise olduğunu soruyorum. Çıplak ayaklarımın altındaki sık dokunmuş halının rahatlatıcı kalınlığını ve bizimle aynı gemide olup büyükannemin deyimiyle tepeden tırnağa parfüm kokusu içinde olduğu için gözümüz kapalı olsa da izini takip edebileceğimiz kadını hatırlıyorum. Bu son sahne o dönemde Ayasofya’dan daha güzel olduğunu düşündüğüm Sultanahmet Camisine aitti. Bu isim, bu kubbe ve mavi zamana bağlanmış minareler ile Guerlain marka parfüm, gittikçe büyüyen son ayla yıldızlanan gökyüzünde oluşturduğum özel manzaraya uygun düşüyordu.

Yıllardan 1960 yılıydı. Ben Asya’ya yani başka bir kıtaya ayak basmaktan dolayı hem mutlu hem de gururluydum. Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’de adlandırdığı gibi eski hisarların olduğu Avrupa’yı terk etmediğimi fark etmek bile beni düş kırıklığına uğratmamıştı. Bu şiirin bazı dizelerini okumak istememenin nedeni ise psikanalitik yolculuğun ve bentlerin yıkılma tehdidinin bu nehirin iniş yolu gibi olmasıdır: mantıksal düşüncenin kıyısı ve dilin sanrısal sınırları arasında dilin ihtişamına taşınma:

Ölü sularından iniyordum nehirlerin,
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış,
(…)

Denize bir kasırga ile açıldı gözlerim
(…)

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan daha tatlıydı
Çam tekneme işleyen sular
(…)

O zaman gömüldüm artık denizin şi’rine
(…)

İnsanın gördüğünü sandığını gördüğüm demler oldu
(…)

Işıl ışıl karlı yeşil geceyi hayal ettim
(…)

İşte ben o yosunlu koylarda kaybolmuş gemi,
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine
(…)

Mavi dünyaların serserisi,
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın

İki kıta arasında, birçok uygarlığın sınırlarında, tortulaşmış katmanların ve teolojik karşılaşmaların hikayelerindeki yoğun çatışma mekanı. Daha şimdiden öznenin kalbine geldik. İstanbul’a ilk gelişimde olan ruhsal olayların kronolojisine geçmeden önce zaman içinde bir atlayış yaparak şu anda geçmişten daha uzakta olan bir geleceğe doğru giderek ben ve ben olmayanın sınırlarındaki dalgalanmada ve bilinçli durumların değişmesinde zamana bağlı olmama özelliğine sahip bir olayı ele almak istiyorum. Zaman zaman, psikanalistin çalışmasındaki temel kural olan dalgalanan bir dikkatle yapılan psikanalitik dinlemede ruhsal hayatın
üç özelliği ortaya konulabilir.

On beş yıl sonra 1975 yılında yeniden İstanbul’a geldiğimde ikinci psikanalizim devam etmekteydi. Kısa bir süre Lacan’a hayranlığım olmuştu, Piera Aulagnier’in ‘’Yorumun Şiddeti’’ adlı kitabı daha yeni yayınlamıştı ve ben yüzleşme tartışmalarını izliyordum. Bu tartışmaların yapıldığı yer Rene Major’un oluşturduğu bir yer olup 1953,1963 ve 1969 yıllarında olan 3 ayrılma sonrasında birbirleri ile artık konuşmasalar da birbirine yakın olmaya devam eden kişilerin karşılaşma yeri idi. İstanbul ile ilgili başka bir anıdan daha bahsetmek istiyorum. Bu Akropol ile
ilgili bir bellek kaybı değildi. Bu Topkapı’nın duvarlarının içinde yaşanan içsel mekan karışıklığıydı. Aklımda kaldığı şekilde sizlere aktarmak için yazmaya başladığımda ise bir rüya anlatısı şeklinde yazdığımın farkına vardım.

‘’Büyük bir kapıdan geçerek sarayın duvarlarından içeriye süzülüyorum. 
Bu kapıyı geçer geçmez sola doğru yöneliyor ve yıkılmış kısımlardan oluşan ve yapılış amacına göre kullanılmayan kilisenin sahınına doğru yürüyorum. Vitrayı olmayan silmelerin girişindeki çatıların damlarının bazı bölümlerinin çökmüş olduğunu fark ediyorum. Hayranlıkla gökyüzüne doğru uzanan damarlı direklerin sağlamlığını izliyorum.
Kapıları kaybolmuş taş pervazdan başka bir şeyi olmayan yan
Girişten içeri girerek sahına doğru birkaç adım atıyorum. Yalnızım. 
Hava çok güzel. Kuş sesleri bu yeri daha da dingin ve sessiz bir hale getiriyor.Bir anda tanımlaması çok zor bir yabancılık hissediyorum.İç mekanım aniden büyürmüş gibi oluyor, yükseldiğimi ve dalgalandığımı hissediyorum,zaman duruyor.Etrafımı çevirenlerin hepsi ile uyum içinde ve özgür olduğumu hissediyorum’’

Aynı depersonalizasyon dönemindeki olabileceği gibi gerçeklikle ya da kendi bedenimle olan ilişkiyi kaybetme kaygısı içinde değildim.Güçlü bir estetik duygu mu ?Mistik bir anı mı ? benin orgazmı mı ?Benim için bu an,en azından içsel algının ve içsel mekanın büyümesi hissinin beklenmedik bir şekilde olan değişiklikle nitelendirilmesi idi.Bu his zamansal olmayan bir sürenin deneyimlenmesindeki gibi iç ve dış arasındaki geçirgenliği zorlayan,dış dünyaya,çevreye olan algısal yatırımı,düşünceleri ve duygulanımları güçlendiren bir histi.

Tekrardan Rusya’ya yaptığım yolculuk sonrasında İstanbul’a olan ilk ziyaretime dönersek,bilgi tutkumun sarsıntıya uğraması ergenliğimin başında güney açıları ile ilgili araştırmalara başladığımda olmuştu. Annemin kütüphanesini karıştırırken Profesör Freud’un günlük yaşamın psikopatolojisi adındaki eseri ile karşılaştım. Coşkulu bir şekilde kitabın içindekiler kısmındaki anahtar kelimelerine göre göz gezdirdikten sonra anneme Profesör Freud’un adresini biliyorsa kendisi ile tanışmak istediğimi söyledim. Annem onun uzun bir zaman önce öldüğünü söylediğinde hissettiğim korkunç duyguyu ancak daha sonraları hatırlayabildim. Freud ile ilgili daha fazla şey anlatması için annemi zorladığımda annem bana Viyanalı bu doktorun insan ruhsallığı ile ilgili devrim yaratan ve tartışma konusu olan teorileri olduğunu ve tüm hayatı boyunca fikirlerini kabul ettirmek için çabalamak zorunda kaldığını anlatarak o ‘’insanlık tarihindeki dehalardan biridir’’ dedi.

‘’Büyük adamım’’ ile karşılaşmıştım. Cinselliğin kaygı yaratan gizemleri ile ilgili olarak bulmak istediğim çabuk cevapların yerine insanın kendisini ve ötekilerini anlamasının sınırlarını genişletmesine yarayacak bir düşünce bulmuştum. Düşüncelerimizin, arzularımızın ve davranışlarımızın çoğunun bilinçli olarak bildiklerimizden kaçan mekanizmalar tarafından belirlendiği fikrini formüle ediş şeklim farklı da olsa bu fikir bana oldukça tanıdık gelmişti. Ama özellikle kaygının, karışıklığın, yabancılık hissinin, deneyimlediğimiz kaosun anlamlı ve anlaşılır olmasını aklımda tutmuştum.

Bilinçdışında ve mantık dışı olarak gözüken belirtilerde bir anlayış ve bir mantık vardı. Her birey kendi değişikliklerinin zanaatçısı olabilirdi.

Her bireyin kendi kaderinden sorumlu olabileceği fikri bilinçdışı süreçlerin olası bir anlaşılırlık kavramı ile birlikte gider gibi gözüküyordu. Bu durum psikanalitik süreç açısında sık sık karşımıza çıkan paradokslardan biridir. Kör bir talihin kurbanları olduğumuzu ve herhangi bir ruhsal değişiklik olasılığını göz önüne getiremediğimizi düşünme arzusu bu kaderden kısmen de olsa sorumlu olduğumuzu düşünme gerekliliği.

İşte bu yüzden teori yeterli değildir. Güvendiğimiz bir ilişkiden ve bir bağdan ötekine geçmek gerekmektedir. O dönemde görmezden geldiğim Freud’un formülüne göre bu bağın doğasının gerçek hayata ait olmadığını düşündürten özel bir niteliği vardı.

Psikanalitik tedavini düzenlenişini bilmeme rağmen bu düzenleme her insanın ruhsallığında olan temel bir ihtiyaca tekabül eden ama hiç formüle edilmemiş bir bekleyişe cevap verdiği için belki de hiçbir zaman gerçekten bilmediğim bir şeydi. Fizyolojik ihtiyaçlar nasıl organizmanın gelişimi için gerekliyse bu da ruhsal gelişim için gerekli temel bir ihtiyaçtır. O dönemde kendi kendime bunu doğruluk ve anlama ihtiyacı olarak tanımlayarak psikanalitik tedaviyi tek işi anlamak olan ve ebeveynlerin tersine arzularının, kaygılarının müdahale etmediği bir yetişkine her şeyin söylenebildiği bir mekân olarak görüyordum. Yıllar sonra ise ise psikanalitik pratikle ilgili teorinin işlenmesi ve psikanalistin ruhsal çalışmasının meta psikolojisi bazı şeyleri daha karmaşık bir şekilde söylememi sağladı. Ancak o döneme ait temel tasarımım psikanalistin çalışmasında esas olanın bilimsel ve etik bir konum olduğu (benim için bu ikisi birbirinden ayrılamaz) idi. Yani psikanalistin kendi arzularının bilimsel bir araç gibi kendi öznelliğini kullanmaya çalıştığı bilgi tutkusu projesinde daha ağır basarak gerçekleşmek için bir yol bulmasına izin vermemek.

Her psikanalitik tedavide psikanalistin çocuk cinselliği harekete geçer. Bu durum kaçınılmaz ve gereklidir. Bu durumun kendisini göstermesi psikanalistin içsel çerçevesine gönderme yapanların belirlenerek işlenebilmesi sonucunda analitik sürece pozitif bir katkıda bulunur. Ya da bu belirleme ve geçiş çalışması, içsel çerçevenin eleğinden geçerek hareketle boşalım yolunu askıya alarak olanaksız kılar ve analitik sürece zarar verir. İşte o zaman travma yaratan uyarılma dürtüleri ruhsal dönüşümün yerine geçer.

Ne kadar istesek de psikanalistin arzusunun belirlenebileceğini düşünmüyorum.’’Psikanalist olmak istiyorum’’ şeklinde ifade edilen temsillerin altında çeşitli ve karmaşık dürtüsel kaynaklar yer alır.Freud’un cinsel merağın bilgi tutkusunun libidinal temeli olduğu fikrini takip ettiğimizde psikanalist olma ‘’arzusuna’’önemli bir katkısı olduğunu görmek bizi şaşırtmayacaktır.Ancak bunu özellikle belirtmek de yeterli olmayacaktır.Düşünsel her eğilim az çok ketlenmiş olan çocuk cinselliğindeki arayışlardan kaynağını alan bir bilgi tutkusu üzerine dayanır. Bilgi tutkusu aynı yüceltme biçimi gibi dürtülerin olası kaderlerinin bir kısmını oluşturmaktadır. Kısmi ve pregenital dürtüsel hareketlerin yoğunluğu ‘’ amaca yönelik ketlenme’’ olarak adlandırdığımız düşüncenin başarısına katkıda bulunabilir. Bilme ve içgörü arzusundaki görme dürtüleri; düşüncenin keskinliği ve kesinliğindeki oral sadik dürtüler, düşüncelerin içeriğindeki ayrımlaştırmanın inceliğindeki, kategorileştirmelerdeki, biçim ve içerik oyunlarındaki anal sadik dürtüler ve kavramsal bir engeli çözmede ya da düşünce alanında olabildiğince ileriye giderek maceraya atılmaktaki üretral sadik dürtüler. Ödipal rekabetin kazançları araştırma nesnesini ele geçirmek için gerekli olan düşüncenin doğurganlığını kolaylaştırır ya da yok eder. Çocuk cinselliği ile ilgili teorilerin bulunmasındaki zenginlik ve özgürlük teorik hipotezlerin oluşturulmasında yer almıştır. Tüm bunlar psikanalizinde içinde olduğu diğer tüm araştırma yöntemlerinde de doğrulanır. Psikanalizle ilgili en büyük fark ise zihnin dürtüsel hayatta yer alan bu yapıları kullanma şeklidir. Özne psikanalist ilişkisinin sürdürülmesini sağlayan ise hem çalışmasının hem de gözlemleri ile dürtüsel hayatta gösterilenlerin bu çalışmanın bütünleyici bir kısmı olmasıdır.

Formasyonda olan bir psikanalist bir hastasının anlatısından bahsediyor. Serbest çağrışımları sırasında babasının kanser olduğunun meydana çıktığını ve babasının dayanılması zor olan tedavilere başlaması gerektiğinden bahsediyor. Psikanalist üzgün olduğunu söylemek ve babasının klinik durumu ile daha ayrıntılı bilgiler istemek için araya giriyor. Psikanalistin acıma duygusu ile ilgili olan bu müdahalesindeki fırsatçılıkla ilgili konuştuğumuzda ise psikanalistin dış gerçekliğe ait bir hatırlatma yaparak çağrışım zincirini durdurduğunu ve bunun sonucunda da hastanın protesto eder bir şekilde bağırarak ‘’Ama ben sonuç olarak duyarsız biri değilim’’ demesini engelleyemediğini konuşuyoruz.

Psikanalist olmak için gerekli niteliklerin bir kısmını oluşturanın duyarlılık ve hatta yoğun bir duyarlılık olduğunu inkar edemeyiz. Psikanalitik yöntemin kullanılması, psikanalistin duyarsız, düşmanca, soğuk ya da mesafeli olmasını gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine hastasının anlattığı malzemeyi dinlerken hastanın tam da onun insani olmadığını düşündüğü anda psikanalist hissettiği pozitif duyguları boşaltmayıp bunların hastasının iç dünyasındaki bazı özellikleri aydınlatabilecek bir anlayışa ne şekilde bağlayabileceğini anlamaya çalışmalıdır. İşte buna psikanalistin tarafsızlığı ve yoksunluğu adı verilir. Duyarlı bir kalp için nasıl bir şeydir bu! Duyarlı bir kalp neden psikanalist olmak isteyerek öylesi bir sınama ile karşı karşıya kalmak ister? Cevabın masoşizm, onarma ve fedakarlık gibi nevrotik acının ikincil kazançlarından geçmediğini siz zaten biliyorsunuz.

İlk psikanalizden geçtiğim altmışlı yıllarda kimin söylediği bilinmese de sık sık tekrarlandığını duyduğum bir cümleye karşı çok duyarlıydım: ‘’Hastasının iyiliğini isteyen psikanalistin en iyi yaptığı şey hastasının kötü rüya görmesini sağlamaktır’’Bu cümle doğru, ancak doğru olduğu kadar da potansiyel olarak tehlikeli bir cümledir. Daha farklı bir şekilde anlaşılarak cümle ‘’ psikanalist olmak için hastanın kötülüğünü istemek gerekir’’şeklinde bitirilebilir.

Psikanalizde neredeyse tipik olarak adlandırabileceğimiz bir direnç biçimi ile sık sık karşı karşıya kalabiliriz. Bazı hastalar sanki psikanaliz için yaratılmış gibidirler, temel kurala çok rahat boyun eğerler ve çerçeveye saygı duyarlar. Ancak bu hastaların psikanalistin yorumlarını kabul etmekte çok zorlandığı anlaşılır. Açık bir eleştiriden yadsıma ve inkara (sanki psikanalist hiç bir şey söylemedi gibi davranmak ya da psikanaliste hastanın kendi başına bulduğu şeyi tekrarlamaktan başka bir şey yapmadığını söylemek) kadar farklı biçimler alan bu reddetme hastanın aynı zamanda hem psikanalist hem de analizan olmak istediği bir ortam oluşturması ile sonuçlanır.

Terk edilme ve bağımlılık anksiyetesi ile edilgenlik karşısında yaşanan anksiyeteye bağlı olarak ortaya çıkan kastrasyon anksiyetesinden kaçınmak için aktarım nesnesini felce uğratıp onu güçsüz kılmak amaçlanır. Bu direncin maskelediği kastrasyon anksiyetesi ile birincil bağımlılık anksiyetesinin üstesinden gelinebildiğinde birincil hasetin çekirdeğine ulaşılabilinir:Psikanalistin besleyici niteliklerini kabul etmektense ( psikanalistin yorumlarını almamak) açlıktan ölmeyi
tercih etmek.

Bu direncin aşınması için psikanalistin hem çok sabırlı olması hem de karşı aktarımındaki rekabet ve zorlama içinde meydan okurcasına cevap verme eğilimine teslim olmaması için belirli bir kapasitesi olması gerekmektedir. Bazen, işte bu klinik içerik içinde psikanalitik sürece dahil olma direnci gibi beliren psikanalist olma arzusu temel anksiyetelerin, birincil nesne ile ayrılma ile bağlantılı olan nefret ve tüm güçlülüğün yas sürecinin işlenmesinde yaşanan ruhsal acıları içerir.

Bu klinik içerikte beliren psikanalist olma ‘’arzusunun direncin bir bileşeni gibi değil, gelecekte psikanalist olacak kişinin hastaları ve psikanalizin iletiminde her güney açısı için zararlı olabilecek psikanalizle ilgili nefret üzerinde dayanacağını hayal edebiliriz.

İşte bu yüzden psikanalist olma arzusunun negatif ve yıkıcı bir yüzü de olabilir. Ruhsal değişim için yararlı olabilecek ve pratikte bunlara ulaşmayı sağlayarak işlemeye devam edilmesi için gerekli olan şartları iletme arzusu yerine psikanalist olma arzusu psikanalitik bağla ilgili tüm belirgin özelliklere karşı duyulan nefret hissi ve psikanalizin yıkıcı bir şekilde iletilmesi ile sonuçlanır.

Formasyonda olan psikanalistin psikanalizle ilgili olarak yaşadığı negatif aktarımla yıkıcılığın işlenmemiş özellikleri, ilk psikanaliz vakasının süpevizyonu sırasında semptom şeklinde ortaya çıkar. Psikanalize aktarılan negatif yıkıcılık kısmı esasında adayın bireysel analizinde işleyemediği negatif aktarımının görünüşü ile ilgilidir. Uzun bir zaman önce olan bir süpervizyondan bahsetmek istiyorum. Bu süpervizyonda adayın psikanalizde olmaması nedeni ile ortaya çıkan sorunları dile getirmeye çalışacağım.

Benden süpervizyon almak istediğini söyleyen kişinin IPA tarafından belirlenen kurallara, çerçevenin kriterlerine, yönteme saygı duymayan bir psikanalistle uzun (sekiz yıllık) bir psikanaliz deneyimi olmuştu. O dönemde bu kişi çok başarılı eğitim hayatı sonucunda psikanalizle hiç ilgisi olmayan bir işe girmiş ve iyi bir kariyer yapmıştı. Psikanalizi sırasında psikanalist olmaya karar vererek üniversitenin psikoloji bölümüne girmişti. Daha o dönemlerde bile ilk psikanalizindeki koşullarla ilgili olumsuz düşünceleri vardı. Klinik psikolog olduktan birkaç yıl sonra haftada üç gün, belirli saatlerde, uzun seanslarla ona güven veren bir çerçeve içindeki psikanalize başladı. Bu psikanalizi de yedi ya da sekiz yıl sürdü.

Süpervizyon çalışması sırasında aynı sorunlar tekrarlanmaya başladı: hastalarına psikanalizi önermede yaşanan zorluklar, bu zorlukları sosyo ekonomik koşullarla açıklayarak akla uygun hale getirme çabası, çerçeveye ait öğeleri açıklamak ve bunları sürdürmekle ilgili zorluklar, özellikle gelinmeyen seansların ödenmesinde yaşanan zorluklar ve psikanalizin sık sık kesilmesi: iki yıl boyunca dört psikanaliz.Ona hastalarını psikanaliz çalışması içine girmelerini engellemek istiyormuş gibi davrandığı hissine kapıldığımı söyledim.Onun için psikanaliz hastalarını korumak istediği bir tehlikeyi temsil ediyordu. Paralel olarak da benle ilgili bir düşmanlık hissinin gittikçe arttığını fark ediyor ve bu durumda psikanalizi sırasında işlenmemiş negatif aktarımların süpervizyon ilişkisi içinde yeniden ortaya çıktığını düşünmeme yol açıyordu. En sonunda bu kişiye süpervizyon çalışmasının parazit gibi olan saldırgan hareketler tarafından engellendiğini,bu içerik içinde bu hareketlerin kabul edilemeyeceğini ve tüm bunları bu çerçeve içinde ele alınamayacağını ifade ettim.Ona bunu söylediğimde süpervizyonuna ara verme olasılığından bahsediyordum.Ondan önlemini alamadığı ve her anlamı ile yer değiştirmiş olarak görünen bu düşmanlık hisleri ile ilgili olarak düşünmesini istedim.

Sonraki haftada geri geldiğinde ise tamamen alt üst olmuş gibiydi. Hıçkıra hıçkıra tamamen bastırdığı bir anıyı hatırladığını ifade etti. İlk psikanalizi sırasında en yakın arkadaşı bir konsültasyon için psikanalistine gidip gidemeyeceğini sormuştu. İstemeyerek de olsa psikanalistinin numarasını arkadaşına vermiş ve psikanalisti de arkadaşı ile psikanalize başlamıştı. Altı ay sonra arkadaşı intihar etmişti.Kendisi ise hiçbir şey olmamış gibi psikanalizine devam etmişti.Düşünceleri ve duygulanımları ile ilgili tüm bu olaylar bilinç alanında gözden kaybolmuştu.Tüm bunlar özellikle psikanalist olma arzusunda aktif olmaya devam etmiş ve psikanalist olma kararı şu şekilde ortaya çımıştır: psikanalist olmak istememin nedeni arkadaşımın divanda benim yerimi almasını engellemek ve öldürücü nefretimden onu korumak, psikanalist olmak istiyorum çünkü psikanaliz öldürücü, psikanalistimle tüm güçlü özdeşleşim kurarak tüm dünyayı psikanalizin zararlarından koruyabilirim.

Psikanalizin tehlikeli olabileceği tasarımı gündelik hayatın içinde yer aldığı için dikkat etmemiz gereken bir tasarımdır. Psikanaliz var olduğundan beri kültürümüzün içinden geçen söylemleri ortaya çıkarma alışkanlığımız vardır: bunlar psikanalistlerin o dönemdeki diğer bilimsel yöntemlerle sürdürebilecekleri ve sürdürmeleri gereken diyalogların bir kısmını oluşturur. Psikanalize yöneltilen her sorunun ille de saldırılardan oluşması gerekmez.

Ancak psikanalizle ilgili bu negatif temsilin bu noktada bazı psikanalistlerin kendileri tarafından da içselleştirilerek belirlenmesinin zor olduğunu ve psikanalistlerin nesillerin akışı boyunca psikanaliz pratiği ile ilgili tehlikeli sonuçları yol açabileceğini düşünebiliriz.

Daha kesin bir şekilde belirlemek gerekirse, nesiller boyunca psikanalizin ve psikanalizin iletimi için kullanılan yöntemdeki tasarımların soy ağacı ile ilgili özelliklerinden bahsediyorum. Bu bizi önemli bir soru ile karşı karşıya bırakıyor: psikanaliz düşüncesinde, hem teoride hem de tedavide ilerlemeyi sağlayacak yenilikçi gelişimlerde bir ilerleme var mı?
Düşüncede ilerleme kavramı ile gelecekte psikanalist olacak kişinin bireysel psikanalizi ve psikanalist olma arzusu arasındaki belirgin ilişki nedir?

Ferenczi, Melanie Klein, Winnicott, Bion ve Lacan gibi psikanalizde önemli fikirlerin gelişimine katkıda bulunmuş yazarların her biri kişisel psikanalizlerinde ve kişisel formasyonlarında karşılaştıkları sınırlamalardan hareket ederek teoriyi ve tekniği yeniden düşünmemizi sağlamışlardır. Hangi sınırlamalardan bahsediyoruz? Öncelikle her psikanalizde sıradan olan, psikanalistin analizanı öznel bir şekilde dinlemesidir. Ancak bu sınırlamanın yalnızca öznel olması ile yetinemeyiz. Bu sınırlama aynı zamanda henüz düşünülmemiş bir teori bölgesine tekabül eder. Teorideki işleme hatası pratikte psikanalitik süreç için gerekli olan bazı potansiyel işlemelerin gelişimini engeller. Karşı aktarım ve teorileştirmenin zorlukla ayırt edilebildiği bir bölge söz konusudur.

Bu perspektif içinde psikanalist olma arzusu, kişinin kendisi için işlenmemiş olanı, hastaları için işlemek üzere sınırlamaları zorlama isteği ile ilgilidir.

Bu fikrimi anlatmak için çok kısa ve öz bir anlatımı olduğu düşünülen Melanie Klein ile ilgili bazı soruları ele almak istiyorum. Melanie Klein iki kere psikanalizden geçmişti. Birincisi Budapeşte’de Sandor Ferenczi ile ikincisi de psikanaliz ve özellikle de öncülerinden olduğu çocuk psikanalizi yaptığı Berlin’de Karl Abraham ile olmuştu. Ferenczi ile olan psikanalizindeki iki özellikten bahsetmek istiyorum: bu psikanalizi sırasında M.Klein Abraham’ın da cesaretlendirmesi sonucunda kendi çocuklarını psikanalize almıştır.İlk hastası olan oğlu Erich için Fritz ismini kullanmıştır. Diğer taraftan Melanie Klein’ın psikanalize başlamasının nedeni annesinin ölümü sonrasında şiddetlenen yoğun bir depresyon durumu içinde olması idi ( Phyllis Grosskurth,sf.102).Freud’un geç olsa da biten analiz, bitmeyen analiz adındaki makalesinde sık sık gündeme getirdiği soruların başlangıç noktasını Ferenczi dışındaki başka bir hastasının negatif aktarımını analiz etmediği için Freud’un hatasını yüzüne vurması oluşturuyordu. Benim hipotezime göre Freud özellikle Ferenczi’nin anne aktarımındaki düşmanca ve negatif özellikleri analiz etmede zorluk yaşamıştı.. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi Freud’un aktarımda anne olmayı sevmemesinin nedeni tamamıyla erkek hissetmesi yüzündendi. Öte yandan ona göre ikilemin olmadığı tek ilişki anne ve oğlu arasındaki ilişki idi. Ne anne oğlu için ne de oğlu annesi için nefret duyguları yaşayamazdı. Melanie Klein’ın durumunda olduğu gibi manik depresif bir sorunsalın içinde düşmanca aktarımın farklı özelliklerini içeren bilinçdışı nefreti işlemeden analiz yapmak zordur. İşte Melanie Klein’ın Ferenczi ile olan analizi ile ilgili olarak yazdıkları:
‘’O dönemdeki teknik şu andaki teknikten çok farklıydı ve negatif aktarıma ulaşılamıyordu. Çok yoğun bir pozitif aktarımım söz konusu idi ve bu aktarımın çalışmada başarılı olmak için yeterli olmadığını bilsek de yarattığı etkiyi küçümsememek gerekirdi.’’

Melanie Klein Ferenczi’yi ve Budapeşte’yi terk ettiğinde alkol problemine değinilmemişti. Karl Abraham’a yönelmesinin nedeni ise Abraham’ın manik depresif bozukluklarda birincil oralite ve sadizmin yeri ile ilgili olarak yaptığı çalışmalardı. Bu anlamda onun negatif aktarımı analiz etmekte zorlanmadığını söyleyebiliriz.Bu arada olayları öğrendiğimizde çok şaşırıyoruz:

‘’1946 yılında Dr.Rosenfeld Melanie Klein ile yaptığı psikanaliz sırasında Melanie Klein Rosenfeld’den ‘’şizoid üzerine bazı mekanizmalar’’ adındaki ünlü makalesinden sonra Rosenfeld’in yazdığı’’ depersonalizasyonu olan bir şizofreni vakasının psikanalizi’’ adındaki makalesinin basılmasını geciktirmesini istemiştir. Bu ricasını ona ilettiğinde Abraham ile analizi sırasında kendi bulduklarını yayınlamadan önce M.Klein’in bunları kullanmasını istemediği için korku ile ilgili yorumlarını yapmaktan kaçındığını ifade etmişti.(Grosskurth,sf.156)

Abraham analite alanında uzman olan birisi olsa da anal-sadik tutması bu davranışını açıklamak için yeterli miydi? Birincil haset kavramının M.Klein’den başka bir yazar tarafından eklenmesi de enteresan değil miydi? Freud’un bilmezlikten geldiği bir kıta olan bebek ve çocuk arasındaki erken dönem ilişkilerini, hem kliniğinde hem de teorilerinde araştıran Melanie Klein idi. Psikanalistinin Melanie Klein’in ruhsal örgütlenmesinin temel bir özelliğini işlememesi Klein’in teorik yapısının ve psikanalitik tekniğinin açılı taşlardan oluşmasına yol açmıştı.Freud teorik yapısını baba ile ilgili kompleks ve göçebe toplumlarda babanın öldürülerek esasında anneyi hedef alan ve hatta anneden gelen birincil yıkıcılığın gölgede bırakılması üzerine kurmuştu.Freud’un eseri babanın öldürülmesini, Melanie Klein’ın ki de sık sık görünen annenin öldürülmesini temel almıştı.

Melanie Klein’ın Abraham ile psikanalizi Abraham’ın ani ölümü ile kesilene kadar yaklaşık iki yıl sürmüş ve ona büyük katkılarda bulunmuştu. Psikanalistin ölümü ile sona eren psikanalizin gerçeklik ve fantazmlar arasındaki korkunç çatışmaları sonunda ortaya çıkan travmatik sonuçları hayal edebiliriz. Psikanalize devam edecek miydi? Eseri ona bu özel gücü ve boyutu verebilecek miydi?

Psikanalizini bitirmemek için psikanalist olmaya karar verdiğini söylemek çok sıradan olurdu. Bu doğru olsaydı en iyi durumda psikanaliz tecrübesi arzusunun durmayacağını söyleyebiliriz. Başlangıçta sizlere psikanalizin ‘’ sanki gerçek hayatta var olmamış gibi’’ öteki insanla olan ilişki deneyimini temel aldığını ifade etmiştim. Psikanalist olmayı istemenin,psikanaliz içinde bulunan ve bazen, hatta daha sıklıkla psikanalizin içinde bulunmayan bu ilişkinin yasını tutmayı istememek olduğunu düşünüyorum.

Psikanalist olmak tamamen özel ve kişisel olan bireysel analiz sırasında bu ilişkiden geçerek topluma açık bir ortamda bu arzunun gösterilerek gerçeklik ilkesi içine girmesini sağlamaktır. Bu sınama da psikanalitik formasyon olarak adlandırılır. Psikanalitik formasyon sırasında analizan konumunda olduğumuzdan beri hayal etmemizi zorlaştıran şeyleri yani bu ilişkinin etki altına alma, köleleştirme ve yabancılaştırma dürtüleri dışında saki gerçek hayatta var olmamışçasına var olabilmesini ve bunu sürdürebilmesini sağlayan şartları olduğu gibi koruyabilmek için gerekli olan aşırılığı keşfetmeye başlarız. Bu iç çerçeve adı verilen şeyin oluşturulmasıdır. Psikanalistin yüceltmenin lehine sürekli olarak eylemden vazgeçme şeklindeki bir içsel çalışmayı yerine getirmesini gerektirdiği için kolay bir iş değildir. Tehlike ve riskler Freud’un ‘’Uygarlığın huzursuzluğu’’adındaki makalesinde yazdığı uygarlığın barbarlaşması riski ile aynı risklerdir. Bizi koruyacak olan ise paradoks bir zevktir: yoksunluk gibi pahalıya mal olan bir durum sayesinde kaçınılan felaketleri düşünmek ve aktarım bağının çözülmesi ile hastalarımızın kader tarafından değiştirilmiş bir hayatı yeniden ele almaları. Konuşmama şiir ile başladım görsel sanatlar ile bitirmek istiyorum. Dilden arda kalan izlerle çizilmiş bir görsel sanat.

Geçen yaz New York’ta iken Louise Bourgeois sergisini görmek için Guggenheim müzesine gitmiştim.Tırmanmayı tercih ettiğim bu geniş spiralin içindeki grafik sanatı ile yapılmış bir eserin tam ortasındaki bir cümle dikkatimi çekti.İstanbul’daki karşılaşmamız için yazacağım metni düşünürek bu cümleyi not almak istedim. Ancak yanımda ne kağıt ne de kalem vardı.Cümleyi ezberledikten sonra yine de bir kağıda yazmanın daha iyi olacağına karar vererek müzenin üst katında olan ve müze ile ilgili şeylerin satıldığı mağazaya gittim.’’Cumul’’ adında mermer ve tahtadan yapılmış bir heykel fotoğrafının olduğu bir kart postal satın aldım.Böylece sizlere söylemek istediğim cümleyi yazabileceğim küçük bir kağıdım olmuştu.Plastik bir kutunun içinde olan üçlü bir kurşun kalem seti aldım. Kendimden memnun bir şekilde tablonun olduğu yere geri geldiğimde kurşun kalemlerin uçlarının açılmamış olduğunu fark ettim. Depresif bir kızgınlık hissi içinde tekrardan müzenin en üst katına çıktım. Orada bana kalemtıraşların yalnızca müzenin girişindeki mağazada satıldığını söylediler.Asansörle aşağıya indim.Kuyruğa girdim ve kasiyer kalemlerimden bir tanesinin ucunu açmayı kabul etti.Tekrardan asansöre binerek spirale doğru tırmanmaya başladım.Tablonun önünde durarak yazmaya başladım:

‘’Önemli olan
Motivasyonumun 
nereden geldiği değil, 
nasıl olup da hala 
hayatta kalabildiğidir.
Önemli olan motivasyonumun geliş yeri değil nasıl hayatta kalmayı başardığıdır.